Hint kökenli feminist aktivist yazar Richa Nagar, yazarlarından biri olduğu Ateşle Oynamak kitabını anlatmak ve okuyucularıyla buluşmak üzere Nisan ayı içerisinde Türkiye’de çeşitli illerde bir dizi söyleşi yaptı. Bunlardan ilk uğrak yeri olan Ankara’da Ayizi Yayınevi ve İHOP’un ön ayak olduğu tam bir gün süren buluşmada, Richa Nagar yoğun programına rağmen bizi kırmayıp sorularımızı yanıtladı. Kendisini yakalamışken farklı alanlarda ve coğrafyalarda feminizm deneyiminden hareketle feminist politika yapmanın zorluklarına ilişkin bir söyleşi yapmak istedik. Uçağına sayılı saatler kala kahvaltıda benimle buluşmayı kabul eden sevgili Richa Nagar tüm sorularımı büyük bir özenle ve incelikle tartarak cevap verdi. Bu söyleşi boyunca, bugün feministler için can yakıcı öneme sahip olan hibeye dayalı STKlar, profesyonelleşme, güçlen(dir)me, farklılık gibi birçok konuda düşünce ve deneyimlerini ve aynı zamanda endişe ve hayal kırıklıklarını benimle içtenlikle paylaştı. Söyleşinin sonunda imzalaması için verdiğim kitabı eve gelip açtığımda, Richa’nın yaptığımız konuşma için “zor sorular üzerine samimi bir diyalog” diye bahsettiğini gördüm ve bu nedenle yazının başlığına da böyle bir isim verdim. Söyleşiyi okurken akademide, politika ve sanat alanında bir feminist olarak nasıl mücadele etmek gerektiğine ve bu anlamda samimiyet ve güven temelinde bir diyalog kurma ihtiyacına dair önemli ipuçları bulacaksınız ve aynı zamanda dünyanın farklı yerlerinde olsak da sorunlarımızın ne kadar ortaklaştığına.

Sel: Şöyle başlayalım, sürekli bir yolculuk fikrinden bahsediyorsunuz Sangtin deneyiminizi anlatırken, sizin deyişinizle Hindistan’da bu yolculuğa nasıl başladınız? Daha önceden belirlenmiş bir karar mıydı, nasıl gelişti bu bölgede çalışmak?

Richa: Dün de belirttiğim gibi, Tanzanya’daki çalışmamdan sonra, iki tür sorum vardı; ilki birinin akademik bilgiyi nasıl kullandığı ve bu bilginin aldığı biçimlerdi. Diğeri benim – akademisyen, düşünür ve yaratıcı yazar ya da yaratıcı işçi olarak- kendim veya başka insanlarla birlikte ürettiğim bilgiyi onların yaşadıkları yerlere nasıl geri döndürebileceğim ve bu bilgiyi nasıl anlamlı kılabileceğim ile ilgiliydi. Tanzanya’daki araştırmanın sınırlılıkları ve benim kurumsal konumum itibariyle, o zaman bunların üstesinden gelemedim. Örneğin, Gujarati ve Kiswahili’de araştırmamı yayınlamak istedim ancak o zamanlar bulunduğum bölümde bu yaptığım önemli bir entelektüel çalışma olarak görülmedi. Bu, akademik kariyerime yeni başladığım zamanlardı. O zaman fark ettim ki, üç kıtanın üç farklı ülkesinde yaşamak ve buralara politik olarak bağlı olmak kolay olmayacak. Orada yapmak istediğim politik ve yaratıcı çalışmalar açısından, Kuzey Hindistan’da sağlam köklerim vardı. Bir öğretmen ve akademisyen olarak Amerika’da yaşıyordum. Ve sonra, Güney Afrika’da başlamış olduğum bu çalışma vardı ve fark ettim ki, eğer tüm enerjimi bir şeyler inşa etmeye sarf edeceksem ve belirli mücadelelerle dayanışma kuracaksam, zor seçimler yapmam gerekecekti. O zaman işte Hindistan’daki çeşitli STK’larla çalışmaya başladığım 1996 yılıydı.
1996–2002 yılları arasında, NSY şeklinde kısalttığımız grubu da kapsayan bir dizi kadın örgütünde gönüllüydüm. Program Hindistan hükümetince destekleniyordu. Başlangıçta Hollanda hükümeti tarafından fonlanmıştı ve 1995’te Dünya Bankası devreye girdi. Bu program için Uttar Pradesh’teki çeşitli bölgelerde gönüllü çalışmaya başladım. Uttar Pradesh aynı zamanda benim de doğup büyüdüğüm ve güçlü köklerimin olduğu yer ve bu anlamda Hindu dilinde yazmayı da çok önemsiyordum. Yani ne yaptığım önemli değil, her şekilde Hindu dilinde yazabiliyor olmalıydım.
Kuzeydeki araştırma kurumlarından insanlar Hindistan kırsalında taban örgütlenmesi yapmaya karar verdiklerinde Uttar Pradesh ve Bihar'ı şiddet dolu, okuma yazma bilmemenin yaygın olduğu, kadınların can güvenliğinin bulunmadığı çetin yerler olarak görüp korkuyorlardı. Ama benim hep çalışmak istediğim yerler buralardı. Burada NSY Uttar Pradesh’in başkanının 2004’te bize yönelttiği saldırıyı bir kenara bırakarak NSY hakkında birkaç şey söylemeliyim; bu örgüt Hindistan’ın kırsal bölgesindeki feminist taban örgütlenmesini mümkün kılan örgüttür. Bu bakımdan, NSY’nin konumu benzersizdi. 1998 ve 1999 yıllarında Budelkhand’da kadın tiyatroları üzerine yapmış olduğum çalışma da yine bu program tarafından desteklenmişti. Ancak NSY’de gönüllü olduğum ve çalıştığım 1996–2002 yılları arasında, NSY’yi ve diğer kadın örgütlerini belirleyen çeşitli farklılıkları ve ayrıca hem ulusal hem de bölgesel platformlardaki sessizlikleri de anlama noktasına geldim. Bu, sangtinlerin Ateşle Oynamak’ta bahsettikleri eşitsizlikler ve sessizliklerdi; yani, çok daha büyük eşitliği gerçekleştirmeyi isteyen örgütlerin içinde seçkinciliğin etkili olma biçimi. Örgütlerdeki herkesin üzerine konuştuğu ancak hiç bir resmi teyidin olmadığı bir şeydi. Bu kaçınılmaz gerçeklik olarak görülüyordu, ya da bu soruların önemini teslim etmeye ilişkin bir direnç vardı. Bir şekilde kendimi hüsrana uğramış hissediyordum çünkü üstesinden gelmek istediğim sorular vardı ancak bunun mevcut dayanışmamız içinde ve mevcut atmosferde mümkün olamayacağını hissetmiştim. Bu benim için şu demek oluyordu, siz ve ben karşılıklı olarak birbirimize bağlıyız, içinde bulunduğumuz yapılarda bir sorun görsek dahi bunun hakkında konuşmayız, çünkü yarın birlikte bir şey üzerinde çalışmaya devam edeceğiz, dolayısıyla yapısal ve tutumsal problemleri tespit edip onlarla mücadele etmek yerine çenemizi kapalı tutarız. Bu dönem, Richa Singh ile tanıştığım, kesintili olarak Sitapur’da vakit geçirdiğim zamanlardı. 1996’da Sitapur’daki NSY programı yeni başladığında, annemle Sitapur trenine bindik ve orada iki gün bir gece geçirdik. Ondan sonra, bölgesel toplantılarda Richa Singh’le karşılaştım, o “bir örgütten diğerine gezinip duruyorsun, neden Sitapur’a gelmiyorsun?” diye sitem edince ben de genellikle şuna benzer bir cevap verirdim: “Diğer örgütlerde yapılması gerekenleri halleder etmez gelmeyi çok isterim”. Bir gün, Mart 2002’deki Holi festivali esnasında, Richa ailemin evine gelip işlerimin nasıl gittiğini sordu, ben de ona “bu çok zor, dürüst sorular soramıyorsun, iktidar sahibi kişilerin dinleyip dinlemediğinden asla emin olamıyorsun” dedim. O da “tüm bunlar bizim de hayal kırıklığına uğradığımız şeyler, etkili raporlara dönüştürülmediği için kimse çalışmamıza değer vermiyor” dedi. Daha sonra çalışmalarımızı belgelendirmenin politikası, tabanda olup bitenin bu belgelerle gerçekten ölçülüp ölçülemeyeceği, İngilizce raporlar ve belgeler hazırlamak üzere eğitilmiş kişilerin şık ve ustalıklı sunumlarının gerçekte neler olup bittiğini yansıtıp yansıtmadığı hakkında konuştuk. Daha sonra feminist araştırmanın politiği, belgeleme yapımı ve toplumsal cinsiyet eğitimleri gibi konular hakkında konuştuk. O zaman (Richa) dedi ki, “gelmen lazım, tüm kadınlarla birlikte konuşup bu konuşmanın bizi nereye götüreceğini görmeliyiz”. Böylece Sitapur’a gittim, belgelendirme politikaları ve kadınların feminist olmaları için verilen eğitim politikaları hakkında ve her zaman mevcut olan ancak üstesinden gelinmeyen, dile getirilmemiş hiyerarşiler üzerine bir diyalog başlattık. Daha sonra bu konuşmalarımızı mektuplar aracılığıyla sürdürdük ve aylar sonra Aralık’ta bir araya geldiğimiz NYS Sitapur’un üyeleri (ki bu kadınlar o sırada Sangtin’i kurmuşlardı), “yaşam öyküleriyle politik bağlamda çalışma deneyimimiz yok. Köylerdeki kadınların yaşam hikâyelerini toplar ve ne olduğunu anlarız, ancak gelecekteki çalışmamız hakkında düşünmemiz için bir yol olarak bunu tasarlamakta bize yardım edebilirsiniz” dediler. Böylece dokuz gün dokuz gecenin sonunda, yolculuklarımız üzerine kolektif olarak nasıl düşünüp yazmalıyız sorusuna ilişkin tüm bu süreç çıktı ortaya. Dokuz kadından oluşan bir grupta, bazıları kolayca yazabilirken bazıları yazamıyordu. Kimisi en çok Awadhi dilinde, kimisi Hinduca yazmanın daha kolay olduğunu düşündü. Yani dokuz kişilik bir grupta bile, kalem kâğıtla ilişki kurmanın, duygu ve düşüncelerin, çok değişik yollarını keşfediyorsunuz. Yolculuk böyle başladı.

Sel: Çoğu çalışmanızda, aynı zamanda “Ateşle Oynamak”ta da, eleştirileriniz hibeye dayalı STK’ların egemen olduğu bir dünyada, “güçlenme”nin anlamının katılığına işaret ediyor. Eleştiriniz aynı zamanda güçlenmenin doğrulanabilir-ölçülebilir tanımları ve kanıtlarını üretmenin gerekliliğini de ifade ediyor. Bunca bilgi ve deneyimden sonra, siz “güçlenme” kavramını nasıl yeniden tanımlıyorsunuz?

Richa: Dün sorulan bir soruya cevap olarak da söylediğim gibi, güçlenme ancak diyalog aracılığıyla gerçekleşebilir. Engellenmiş belli türde konuşmaları üretme olasılığı, bizatihi, güçlenmenin yeni anlamlarını üretmenin yolunu açabilir. Bu tür bir güçlenme herhangi bir organizasyon ya da bir liderler topluluğu tarafından önceden tanımlanamaz. Yalnızca bazı STK’lar için konuşmuyorum, bu her yer, her bağlam için böyle. Sınıfta bile, eğer içeri girer ve “ben feminist bir öğretmenim” dersem, ders bitiminde sizin de şöyle, şöyle olmanız gerekir ki o zaman size “güçlenmiş bir öğrenci” diyeyim. Öğrencinin, öğretmenin istediği şey olması durumunda bile bu, yine de öğretmenin kendi fikrinin dayatması olacaktır. Yani, “Ateşle Oynamak”ta, herkesin hem öğretmen hem de öğrenci olmasından bahsediyoruz. Şayet hepimiz, farklı deneyimlerden gelen kadınlar olarak, bu deneyimleri dürüstçe paylaşıp, analiz edip yorumlayabilirsek, bilgi üretiminin kolektif süreci ne öğrenmemiz ve aynı zamanda ne öğrenmememiz gerektiğini fark etmemize de imkân tanır. Ancak o zaman birlikte hayal kurmaya ve ileriye yönelik bir görüş oluşturmaya başlayabiliriz. Dün, sabahki oturumda, tiyatro grubundaki arkadaş dedi ki, sonunda bir oyun olup olmadığını umursamıyoruz, önemli olan sürecin kendisidir. Bu nokta bizim için çok çok benzer; güçlenme, herkesin öğrettiği ve öğrendiği bir topluluk yaratım sürecidir, aynı zamanda bilginin, düşüncelerin kolektif paylaşımı, çetin diyaloglardan gelişen düş ve ileriye yönelik bir görüş oluşturma süreci olduğunu anlamamızdır. Aynı zamanda bu süreçte bu senin ya da bu benim diyemeyiz, her şey kendi kişisel yolculuklarımıza saygılı, birleşik ve karışık bir görüş haline dönüşür. Bu süreç, güçlenmenin kaynağıdır. SANGTIN KISAAN MAZDOOR SANGATHAN’da, işte Tama isimli gözleri görmeyen Dalit (1) bir adam ve çocuk felci hastası, yine Dalit olan, Kamlesh var. Bazen onlar ve onlar gibi aşırı derecede ötekileşmiş konumlarda olanların enerjilerine, harekete dâhil oluşlarına bakınca, neden bu hareketin işe yaraması için kendi ruhlarından bu kadar ödün veriyorlar diye sorarsınız. Çünkü hareketin başarıya ulaşmasıyla, çocukları daha iyi eğitim alamayacaklar ya da günün sonunda temiz su veya bir öğün yemeğe kavuşamayacaklar. Onların hiçbiri için maddi kazanımlar garanti edilemez, fakat yine de kendilerini güçlenmiş hissediyorlar. Neden? Çünkü bir araya gelerek topluluğun sosyal ilişkilerindeki bir şeyleri değiştirebilmişlerdir: hareketin bir parçası olan 60–70 köyde kalkınma uzmanlarının kırsaldaki insanlara davranış biçimi, halkın hükümetten hesap sorma şekli, kast sistemi, dokunulmazlık ve cinsiyet baskısı gibi sorunların politikleştirilme biçimine etkide bulunmuşlardır. Dolayısıyla güçlenme, önceden tanımlanmış bir hedef olduğundan ötürü gerçekleşiyor değil. Hareketin inşası sürecinde, kendi içinde oluşan ilişkiler ve ittifaklar, yeni olasılıklar, düşler ve enerjiler bunu mümkün kılıyor.

Sel: Çalışmalarınızda, hibeye dayalı STK’ları küreselleşmenin belirli bir formu olarak yorumluyorsunuz. Bu bakımdan, temel eleştirilerinizden biri, bu STK’ların gündeminde, toplumsal ya da yapısal değişme düşüncesinden giderek artan bir uzaklaşma olduğu. Yayınlamış olan Saraswati Raju ile bir konuşmanızda (2), Raju küreselleşmeyle ilişkili süreçten bahsederken “insanlar bu durumu değiştirmekten çok adapte olmaya çalışıyorlar, çünkü küreselleşme artık bir seçenek değil, olgunun ta kendisi. Bundan kaçamazlar, örneğin, profesyonelleşmeden kaçamazlar, yalnızca onunla baş etmeye çalışırlar” diyor. Siz ne düşünüyorsunuz, size göre de gerçekten böyle mi? Kadın STK’larının daha güçlendirici değişimleri zorlamak ya da yaratmak adına sahip oldukları alanlar ya da olasılıklardan söz edebilir miyiz?

Richa: Sanırım Saraswati ve ben bu diyalog içinde farklı pozisyonlardayız, aynı zamanda bu yazı Sangtin Yatra’nın başlangıcından önce yazılmıştı. Vurgulamaya değer bir diğer nokta da şu ki, bazı çalışmalarımda STK’lar ve toplumsal hareketler arasında ayrım yapmış olsam da, bu aslında yapılması çok çok zor bir ayrım; çünkü günümüz ortamında, en azından benim çalıştığım ortamda, çoğu zaman temelde kayıtlı bir kuruluş ve bir hareket birlikte kurucu öğelerdir- birbirlerini destekler ve biri diğerine olanak sağlar. Örneğin SKMS olayında hala, insanların STK olarak kurmuş oldukları, Sangtin adında kayıtlı bir kuruluş mevcuttur, fakat temelde hareket kendini Sangtin Kisaan Mazdoor Sangathan (SKMS), Sangtin Köylüleri ya da İşçi Örgütlenmesi olarak adlandırmıştır. Çeşitli girişimler için, örneğin bir politik tiyatro için ya da hareket içindeki insanların başka hareketleri ziyaretleri için fona ihtiyaç duyulduğunda, Sangtin hareketin kendi faaliyetine devamlılığını sağlayacak fonu toplayan kuruluştur. Eğer biri tüm bunlara çok sabitlenmiş gözlerle bakmaya başlarsa, STK’ların kötü ve toplumsal hareketlerin iyi olduğunu düşünebilir, böyle olunca da gerçekten toplumsal hareketlerin fonlanacak? aktiviteleri için pazarlığa oturduğu karmaşık durumları, ilişkileri görmeye gerek duymayız. Ayrıca bazı STK’lar kendi tercihlerine göre fonlar bulabilmektedirler. Böylece tüm STK’ları, hibeye dayalı ve politik hedefler açısından kısıtlı diye genellemek tehlikeli olabilir; ancak genel olarak konuşursak, eğer projeleri hibe sahipleri yönetirlerse, o zaman organizasyonun öncelikli hedefi yerel düzeydeki öncelikleri düşünmekten ziyade, kendi devamlılığını sürdürmeye odaklanır (Ofis, personel, telefon, internet v.b.). Yani, bana göre Saraswati’nin bu bölümde söylediği, STK’ların ortadan kalkmayacağı. Refah devleti sorumluluklarını bırakıp STK’lar devletin fonksiyonlarını yerine getirmeye başladı, STK’larla bütünleşmek zorundayız. Aynı zamanda, önceliklerini gündemde tutmaları için STK’lar ve toplumsal hareketlerden hesap verebilirlik talep etmemiz de bizler için önemli, böylece en tabandan ifade edilen, hangi fonların ulaşılabilir olduğundan ziyade insanların ne üzerine çalıştıkları.

Sel: Dediklerinize tamamen katılıyorum ve söyledikleriniz aynı zamanda şu anlama da geliyor, yani STK’lara yönelik eleştirileri güçlendirmek için sizin de söylediğiniz gibi güçlü toplumsal hareketlerin varlığına ihtiyaç var. Kadın STK’ları bu alanda son derece etkileyici ve belirleyici olurlarken, bağımsız küçük kadın gruplarının ne tür bir rolü olabilir ve bu süreçleri nasıl etkileyebilirler? Bu açıdan, aynı zamanda biz feministler olarak STK’larla ne şekilde ilişkilenmeliyiz ve bunu pratikte nasıl gerçekleştirebiliriz?

Richa: İkinci sorunla başlayayım. Şuna inanıyorum ki feministler kurumsallaşmanın, kişisel şöhret ve ödül yapılanmalarının tehlikelerini anlamalılar. Dün bunlar hakkında akademi bağlamında konuştum, aynısı STK’lar için de geçerli. Sınırlar üstünden doğru işbirliği ve doğru diyalog, profesyonelleşme bağlamında akademi ve feminist işbirliği arasındaki paralellikleri tanımlamamıza yardım edebilir– feminizmin akademi içerisinde profesyonelleşmesi ve feminist aktivizmin STK’lar üzerinden profesyonelleşmesi. Böyle yaptığımızda, etkili olan yapısal süreçleri anlarız. Çoğu zaman feminist akademisyenler bazı konularda kendi eleştirilerini getirip bırakırlar ve STK temelli feministler de aynı konularda kendi eleştirilerini yaparlar ancak bu konuşmalar ayrı kalır ve bir diyalog olmaz. Bana kalırsa bu tip konuşmaları yeniden bir araya getirmeliyiz çünkü ancak bu şekilde yapılara karşı çıkabiliriz. Bu aynı zamanda bilgi üretiminin politiğine ilişkin de bir şeydir. Ne tür bilgiler oluşturulmalı ki işler haldeki yapısal kısıtlamaların ayırdına varabilelim. Aynı problemlerin toplumsal hareketler bağlamında da mevcut olduğunu söyleyeceğim. Dünyamız üzerinde profesyonelleşmenin getirdiği baskılardan, bulunduğumuz konuma bağlı olarak tüketim ve kapitalist yapılardan muzdarip olmayan herhangi saf bir alan yok – akademi, sosyal hareket ya da sanatsal üretimin yapıldığı herhangi bir yer. İhtiyacımız olan, hepsini aynı haritaya koymak ve ne tür kolektif stratejilerin gelişebileceğine bakmak. Bu, işbirliğine olan inancımın, buna inanmaya devam etmemin de sebebi. Bu demek değil ki işbirliği her şeyin cevabı; ancak değişik yerlerdeki güç ve farklılık politikalarını anlamamıza, daha etkili eleştirel analiz ve müdahaleler üretmemize izin veren elimizdeki mevcut en güçlü araç, işbirliği. Burada kişisel arzuların politiğinden de bahsetmek istiyorum –yani bizim bireyler olarak ne yemek, nasıl yaşamak istediğimiz, çocuklarımız için ne tür iş ve gelecekler istediğimiz, ne tür evlerde yaşamak istediğimiz bağlamında piyasayla nasıl ilişkilendiğimiz. Bu arzuların politiğini anlamak ve kendi çelişkilerimiz üzerine kafa yormak zorunda olduğumuz bir dünyada yaşıyoruz. Tüm bu hususlar özdüşünümsellik ve sorgulamaya kadar uzanır. SKMS’de bu tür bir özdüşünüm için Hindi dilindeki Atmamanthan sözcüğünü kullanıyoruz. Atmamanthan kişinin kendi ruhunu araması anlamına gelir. Yani, kendimizi bireysel ve kolektif olarak sorgulayabileceğimiz çok boyutlu bir sorgulama gerekiyor. Bu tür bir sorgulama ya da ruh arayışı yalnızca STK’lara ya da yalnızca akademiye odaklanamaz; ne sanat ne de politik hareketler bu sorgulamanın dışında kalabilir. Ve STK’ların güçlü olmaları bağlamında söylediklerin, bence bağlamlarına göre bakılmalı. Örneğin, Hindistan bağlamında, devletle yakından çalışan bazı STK’lar olduğu gibi devletle çalışmayan STK’lar da vardır ve devlet politikalarının adil uygulanmasıyla uğraşmanın, reformist bir pratik mi yoksa yapıları değiştirmeye yardım edecek bir girişim mi olduğuna dair önemli tartışmalar yürütülmektedir. Benzer şekilde, haklar çerçevesiyle, kültürel kimlikler konusuyla, yoksul ve yerli halkların toprak, su, temiz hava ve ormanlara ulaşımı için mücadelesiyle ilgili sorular bulunmaktadır. Hem toplumsal hareketler hem de STK’ların bu sorular üzerinde nasıl çalıştıklarını, bu soruları nasıl teorize ettiklerini anlamamız gerekiyor. Bunun yanında, birbiriyle örtüşen gündemlerle, benzer politik taahhütlerle çalışan STK’lar ve toplumsal hareketler arasında ittifaklar inşa etmek için çaba göstermemiz gerekiyor. STK sektörünün toplumsal hareketlerden ya da akademi alanının sanattan ayrışmasına ihtiyacımız yok. Tersine, farklı yerlerden gelen eleştirilerin ortak bir politik stratejiye dönüştürülmesine odaklanmaya, bu farklı yerlerin birbirleriyle diyalog halinde olmalarını mümkün kılan aktif bir ittifak inşası politikasına ihtiyacımız var.

Sel: Bu anlattıklarınızdan hareketle, tartışmayı başka bir açıdan devam ettirmek istiyorum. Üzerinde durduğunuz bir diğer önemli husus da, uluslar aşırı feminist pratikler. Çalışmalarınızda bunun farklı bilgi türlerini, beceri ve alanları birleştirerek yaptığınız bir tür öneri ya da çözüm olarak yer aldığını görüyoruz -şüphesiz izlenecek tek yol anlamında değil. Bunun yolları ve koşullarından biraz bahsedebilir misiniz? Size göre tartışmamız bağlamında uluslar aşırı feminist pratik neye tekabül ediyor ve siz bunu hangi bağlamda kullanıyorsunuz?

Richa: Etiketler hakkında endişeliyim, örneğin; post-kolonyal feminizm ve uluslar aşırı feminizmin arasındaki ayrım gibi. Dün bana güçlenme kavramını kullanmaya devam edip etmemeyle ilgili bir soru sorulduğunda, bir kavramı değiştirmenin işe yaramayacağı yanıtını verdim. Önemli olan, güçlenmenin nasıl yapıldığı. Eğer güçlenme yukarıdan dayatılırsa başarısız olur, fakat iktidar ve farklılığa dair sorgulamalarla bir diyalog kurmaya yönelik süregiden bir taahhütse ve bu diyaloğa dayanarak yeni görüşler yaratmaya çalışıyorsa o zaman güçlenme işe yarar. Benzer şekilde, post-kolonyal eleştiriyle ilişkilenmek bir zorunluluktur. Bizler, toplumsal ve siyasi adalet hakkında düşünmek isteyen herkes için, bilginin dolaşımı ve bilginin üretiminde iktidar ve temsilin eleştirileriyle boğuşmak elzemdir. Beyaz olmayan kadınların feminizmleri, post-kolonyal ve uluslar aşırı feminizmlerin de bağlı olduğu aynı şeyler hakkında konuştular. Bu nedenle, benim için etiket, içinde ne olduğuyla ilgilidir. Herhangi bir şeye “uluslar aşırı” diyebilir ancak ulusaşırılık etiketiyle kendini konumlayan insanlarla baştan sona bir fikir anlaşmazlığı içinde olabilirim. Burada asıl zorlu iş, gördüğüm kadarıyla, yapmış olduğumuz entelektüel çalışmadaki iktidar, ayrıcalıklı ses ve otoriteye ilişkin sorularla sürekli mücadele etmek ve aynı zamanda da bu anlayışları dayanışma ve ittifak politiğinin içine nasıl taşıyacağımızı düşünmektir. Bu da akademik teorilerin yetmediği nokta oluyor. Bir çok önemli soru soruyoruz ancak bu tür soruları başkalarıyla birlikte sormak için mücadele vermiyoruz. Akademi dışı ortamlara çeşitli kavrayışları taşımak ne anlama gelir? Bunu sormamız gerekir ki tabandan gelen bilgi ve mücadele ile akademiden gelen birleşebilsin ve somut bir politika tanımı yapabilelim, feminist ittifak ve dayanışmaların yeni biçimlerini bulabilelim. Sorulması gereken sorular şunlar: Bir kişi, farklılık politikalarıyla nasıl müzakere eder? Bütünün bir parçası olarak hayal kurmayı nasıl öğrenir? Dayanışmaları nasıl dile getirebiliriz? Şunu da akılda tutmamız gerekiyor ki bugün herhangi bir topluluk için işe yarayan şey, yarın işe yaramayabilir. Böylesi bir dinamik bağlamda, sorumluluğumuzu ve hesap verebilirlik duygumuzu bırakmadan zor sorular sormaya nasıl devam edebiliriz? Bu yalnızca akademik olanın ya da olmayanın hesap verebilir olmasıyla alakalı değil. Bu, toplulukta bulunan, ittifak içinde yer alan herkes için geçerlidir, hem temsil ettiğimiz mücadeleye hem de birbirimize karşı hesap verebilir olmayı öğrenmek. Yani, hesap verebilirlik ve sorumluluğun karmaşık politikasından söz ediyorum. Ayrıca bunun önceden tartışmış olduğum çelişkileri de kapsadığını düşünüyorum. Mücadele etmek ve şiddetin bazı yapılarını ortadan kaldırmak istiyor olsak da, hepimiz şiddet sistemlerine şu ya da bu biçimde katılıyoruz. Dolayısıyla hesap verebilirlik ve sorumluluk politikası, mücadele etmek isteğimiz yapısal şiddetle bizim nasıl ilişki kurduğumuzu, bu şiddetin neresinde durduğumuzu sürekli olarak sorgulamamızı da gerektiriyor..

Sel: Bir aktivist bilhassa da feminist bir akademisyen olarak, pratik düzeyde kendi deneyimlerinizden örnek verebilir misiniz?

Richa: Amerika merkezli bir akademisyen olmanın -yani araştırma fonları alan ve ailemde ya da hareketteki herhangi birinin aldığından kat kat daha fazla aylık maaş çeki olan- ne demek olduğu ve yapmak istediğim işi gerçekleştirebilmek için çeşitli dünyalar arasında seyahat edebilme ayrıcalığının benim için ne ifade ettiğini çok fazla sorguladım. Bu noktada topluluğun cömertliği hayret vericiydi çünkü hem ben hem kolektifin üyeleri aylık olarak ne kadar kazandığımızdan açıkça bahsedebildik. Bu konuşma, başının üzerinde yalnızca bir çatısı olan, evinde tuvaleti ya da kullanma suyu olmayan hareket üyelerinin olduğu bir bağlamda oluştu. Yani bu tür maddi farklılıklardan konuştuk fakat bu sırada kolektif üyeleri onları ayıran başka tür uçurumlara da örnek verdiler. Bunlar önceliklerimizdi ve bu anlamda Richa Singh, hepimiz SKMS’nin anti-hiyerarşik ve lidersiz bir hareket olduğuna inansak da, medya tarafından hareketin yıldızı olarak öne sürülmenin kendisi için ne anlama geldiğini konuşabildi. Benzer şekilde, seçimler sırasında, siyasi partiler tarafından hareketin bazı üyelerine yanaşıldı. Meslektaşlarım, yoldaşlarım, yani sangtinler bunun yalnızca benimle ya
da Amerikan maaşımla ilgisi olmadığını, aynı zamanda hepimizin hareketin parçaları olarak iktidarla ve topladığımız ilgiyle baş etmemiz gerektiğini söylediler. Onca gözyaşı ve acı veren diyaloglarla kurmuş olduğumuz SKMS ile ilgili harika olan şey ne dersen hepimizin bu soruları kendimize ve diğerlerine sorabilmemizdi. Yani bizler kolektif şekilde içine sokulduğumuz iktidarın şiddet yapılarını zorluyor ve buradan hareketle birlikte hayal etmeye ve inşa etmeye devam edebiliyoruz. Bunu sorular sorarak, kendi rahatımızı bozarak, birbirimizi hesap verebilir olmaya sevk ederek yapıyoruz. Gerçeğe saygı duymak ve onu beslemeyi sürdürmek, ancak en zor soruları sorarak mümkün olabilir.

Sel: Tam da bu bağlamda size, bir önceki soruda da vurguladığınız ve çalışmalarınızda da sıklıkla geçen sorumluluk kavramını sormak istiyorum. Bu kullanımın çok da rastlantısal bir şey olmadığı kanısındayım, özellikle de küresel feminist dayanışması, küresel uluslar aşırı kadın mücadelesi bağlamında düşünürsek çok önemli bir hale geliyor. Hatırladığım kadarıyla Ateşle Oynamak kitabının sonuç kısmında da bu tür bir bağlama işaret ediyordunuz. Bu anlamda bir sorumluluk politik bir ilke ya da araç olarak düşünülebilir mi sorusu benim son dönemlerde zihnimi epey meşgul eden meselelerden biri ve biz feministler olarak sorumluluğu politik zeminde daha çok düşünmeye ihtiyacımız olduğunu hissediyorum. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir, sorumluluk bize politik açıdan ne getirebilir?

Richa: Eğer iktidar her yerdeyse ve farklılık politikası devamlı müzakere etmemizi gereken bir şeyse, o zaman bir şeyleri çözüme kavuşturmaktan bahsetmiyoruz demektir. İktidar, diyaloğun içinde bile mevcuttur. Ama aynı zamanda şuna da inanıyorum ki iktidar eleştirisi, temsil ettiğimiz insanların, mücadele ettiğimizi düşündüğümüz kişilerin diyaloglarının bir parçası haline gelmeyip yalnızca eleştiri düzeyinde gerçekleşirse, o zaman kendi sorumluluğumuzu yerine getirmiyoruz demektir. Bence bir entelektüelin, politik bir öznenin, bir yaratıcı sanatçının sorumluluğu bu zor sorularla devamlı boğuşmaktır, fakat bir boşluğa düşmeden olmalıdır bu. Eğer dayanışmanın politiğine inanıyorsa o politika dönüştürmelidir. Düşünce ve görüşlerin dolaşıma girebiliyor olması, eleştirilebilir ve düzeltilebilir ve farklı konumlarda anlam kazanabilir olması gerekir.
Ve bu elbette iktidarla mücadelenin sürekli olacağı anlamına gelir. Fakat iktidarla mücadeleyi sürekli kılabilmek, ancak temsil ve dönüştürmenin karmaşık politikası içinde mümkün. Daha incelikli politik anlayışların ortaya çıkmasını mümkün kılacak yaratıcı ve dürüst ilişkiler içinde, kendi içimizdeki iktidarları yıkarak bu mücadeleyi sürdürebiliriz. Yani sorumluluk ile ifade ettiğim şey, diyaloğa katılım sorumluluğunu da içeriyor, birlikte hayal kurmayı öğrenmek ve dönüştürmek sorumluluğunu da. Aynı zamanda bu sorumluluklar, tüm bu şeylerin neye imkân verdiği ya da neyi engellediğine ilişkin ve daha fazla güç ve ayrıcalık sahibi olanlarımızın kendisini daha fazla eleştirmesi gerektiği konusunda sürekli tetikte olmamız anlamına geliyor.

Sel: Kastettiğim tam da bu tür bir sorumluluktu, çok teşekkürler. Ve son soruya gelecek olursak, sanırım Sangtin’in ikinci kitabı çıkıyor. Tam olarak ne hakkında olacak, daha sonra okuyabilecek miyiz, çevrilmesiyle ilgili herhangi bir plan var mı yakında?

Richa: Hindu dilindeki Ocak 2012’de çıktı. Kitap 2004’ten 2011’e kadar SANGTIN KISAAN MAZDOOR SANGATHAN’ın yapılışının hikâyesini anlatıyor. Kitabın ilk bölümü, hareketin günlüğü ve aynı zamanda analizi. Çeşitli eylemliliklere hareketin mücadele ettiği sorulara ve aynı zamanda hareketin çözemeyeceği meselelere bakıyor. Bu ilk kısım. Ardından ikinci kısımda üç bölüm var, biri aşağılamalar, geçmiş ve gelecek hakkında düşünmeye devam etmekle ilgili. Bu konuşmaları devam etmekte olan bir harekete nasıl taşırsınız, böylelikle insanların yanlarında getirdikleri yaraların hareketin analizi ve gelecek perspektifinde bir yeri olmasını sağlarsınız? Yani bu, yalnızca hareketin odaklandığı mücadele ile ilgili değil, aynı zamanda farklılık politikasıyla yakından ilişki kurmaya yönelik bir taahhüt de. Ayrıca orada ses ve sessizlik arasındaki ilişkiyi de açıkça ifade ediyoruz. Diğer bölüm ise saha çalışmasının anlamlarını sorunsallaştırmak üzerine. Bir akademisyen için, bir kayıkçıyla ittifak kurmak ne anlama gelir? Hikâyeyi, aynı kayıkta birlikte seyahat eden bir kayıkçı ve bir akademisyenle başlatıyoruz. Akademisyen kayıkçıyı küçük görüyor çünkü kayıkçı ne Marksizm’i biliyor ne kapitalizmi, ne de feminizmden haberdar. Ancak birdenbire kayık batmaya başlıyor ve kayıkçı akademisyene madem her şeyi biliyorsun şimdi de yüz o zaman diyor ama akademisyen yüzemiyor. Soru şu, neden kayıkçı akademisyeni kurtarmaya çalışmadı? Bu soru daha sonra saha çalışmasının ve uzmanlığın politikası alanına taşınan bir açılış sorusu. Bir başka bölüm, feminizmi nelerin oluşturduğuna, kadın sorununun, feminist bir hareketin ne olduğuna odaklanıyor. Daha sonra bu yolculuktan bazı dersler ve hikâyeleri paylaştığımız bir bölüm var. Ve nihayet kitabın sonunda hareketin farklı şiddet türlerini nasıl birbirini oluşturan türler olarak gördüğünü ve de ayrıcalıklı ile ötekileştirilmiş konumlarda olan insanların şiddete karşı bir araya gelmesine duyulan ihtiyacın dile getirildiği bir oyun var. Şu aralar kendime kitabın İngilizceye çevrilmesi ile ilgili zor sorular soruyorum ama Türkiye’de olmak bana bazı cevaplar sunabilir. Dün Aksu ve Tennur ile konuşurken onlar da çevirinin çok problemli bir şey olduğunu söylüyorlardı ama bazen bu, farklı bağlamlar üzerinde birbirimizle konuşabilmemizin tek yolu oluyor. Bunu biraz daha düşüneceğim.

* Bu röpörtaj, Amargi Dergi 25. Sayi’da yayınlanmıştır.
(1) Dalit: Hindistan kast sisteminin en aşağısında yer alan kişi.
(2) Richa Nagar ve Saraswati Raju, “Women, NGOs and the Contradictions of Empowerment and Disempowerment: A Conversation” Antipode: A Radical Journal of Geography 35, 1 (2003): s. 1-13.



1 yorum