Hepimizin gönlüne su serpen, yüz binlerce kadının bir arada fotoğraflarını gördükçe içimize umut dolduran Trump'a karşı Kadın Yürüyüşü ile ilgili günlerdir çok sayıda yazı yazılıyor, paylaşılıyor. Kendi dertlerimizden, bitmeyen ülke gündeminden fırsat bulup da bir kaçını okuyabilirsek ne ala! Kendi adıma özellikle daha kenardaki sesleri, yani beyaz Amerikalı kadınların dışında kalanların yazdıklarına kulak kabartmaya çalışıyorum. Bu sabah, politik aklına, sağduyusuna çok güvendiğim, benim için tam bir feminist sista olan sevgili Kumru (Başer) ingilizce bir yazı paylaşmıştı; ben de akşam okurum diye kenara koymuştum. Tekrar okumak için girdiğimde ne göreyim, Kumru dayanamamış çevirmiş yazıyı; okuyunca dedim ki, iyi ki de çevirmiş çünkü kendisinin de ifade ettiği gibi, yazıda anlatılan deneyim "küçücük bir gezegende ne kadar benzer şeyler tartıştığımızı gösteriyor." #SiyahHayatlarDeğerlidir hareketinin önderlerinden Alicia Garza tarafından kaleme alınmış bu yazıyı ben de burada yayınlayayım istedim -ki herkes okusun çünkü bugün içinde bulunduğumuz karanlıktan bir çıkış yolu bulabilmek, farklılıklarımızla bir araya gelerek bir hareket inşa etmek için tam da bunları konuşmamız gerek.
Yazan: Alicia Garza*
Çeviri: Kumru Başer
Hepimizin farklı farklı yerlerden bir şey yapmamızı gerektiren bir anda, sinizme nasıl karşı duracağıma kafa yormaktayım.
Cumartesi günü yeni rejime muhalefetimi kayda geçirmek üzere Washington D.C’de bir milyonu aşkın kadına katıldım.
Ülke çapındaki bütün destek yürüyüşlerini de hesaba katarsanız ABD tarihinin bir gün içindeki en kitlesel hareketlenmesi olan Kadın Yürüyüşü’ne katılmak hem sembolik hem de zorlayıcıydı.
Bir çok siyah kadın gibi katılma konusunda çelişkiler içindeydim. Bir grup beyaz kadının açıkça1963’te Washington’da yapılan İş ve Özgürlük yürüyüşünden ilham alıp, ama bu tarihi benzerliğin adını anmıyor olması sinirime dokunmuştu. “İşte gene aynı şeyi yapıyorlar” diye düşündüm. Siyahların yarattığı bir şeyi alırken aynı zamanda siyahları yok sayıyorlar.
Daha başlamadan bitirmiştim. 2016’da yapılan başkanlık seçiminde beyaz kadınların yüzde 53’ü, toplumu geriye götürmeyi hedefleyen bir adama oy vermişti. Şimdi malı satın aldıktan sonra pişman olan alıcıya benzemiyorlar mıydı? Bizim halkımız (siyahlar) sokaklarda öldürülür, işsiz, evsiz, eğitimsiz bırakılır, hapisleri doldururken, bütün bu beyaz insanlar neredeydi? Herkes için özgürlük mü istiyordunuz, yoksa sadece kendiniz için mi?
Haftalarca kenarda durdum. Gruplarda yürüyüşe katılıp katılmaya dair tartışmaları, sosyal medyada “beyaz kadınların yürüyüşü”ne yönelik kuşkuları gördüm. Beyaz kadınların, bir gün hepimizin hakları için mücadele edeceğine ikna olmayan çokları yürüyüşe katılmamaya karar verdi.
Ne var ki vakit geçip, gelmekte olan Donald Trump yönetiminin gerçekliğini kavradıkça, bir şey için için beni huzursuz etmeye başlamıştı.
Bu ülkede iktidarı dönüştürmek için kitlesel bir hareket gerektiğine inanıyor muydum? Bu kitlesel hareketin çok ırklı ve çok sınıflı olacağına inanıyor muydum? Bu kitlesel hareketi inşa etmek için hep aynı üç beş kişinin ötesini de örgütlemek gerektiğine inanıyor muydum? Bunların hepsine inanıyorsam, oraya nasıl varacaktık ve bunun gerçekleşmesi için bana düşen neydi?
Mükemmel olmayan, benim değerlerimi benim gibi telaffuz etmeyen bir şeyin parçası olma konusunda, kendime de başkaldırmaya karar verdim. Aktivizmle yeni tanışan insanlara karşı samimi ve incinmeye açık, ama kararlılığımı net biçimde ortaya koyarak, yine de gidecektim.
Beyaz kadınları eleştirebilir ve aynı zamanda, aslında bütün hayatların değersizleştiği gerçeğine uyanan beyaz ve renkli (siyahların beyaz olmayan herkes için kullandığı bir kavram) kadınları bulup onurum, güvenliğim ve radikal politikalarımdan ödün vermeden, onlara katılabilirdim.
Sonunda Washington D.C. yürüyüşüne katılan tahminen 1 milyon ve dünyanın dört bir yanında yürüyen tahminen 3 milyon insana ben de katıldım. Hayatımda yüzlerce gösteriye gittim fakat bu, katılanların çoğunu tanımadığım ya da bilmediğim bir kaç gösteriden biriydi.
Balık istifi gibi sıkış sıkış gösterici kalabalığı arasında, hayatlarında ilk defa bir kitlesel gösteriye katıldığını söyleyen insanlarla konuştum. Daha önce de gösterilere katılmış, ama bir süredir hak elde etmek için gösteri yapma günlerinin geride kaldığını düşünen insanlarla da konuştum. Onları buraya neyin getirdiğini sordum. Hepimiz için ses çıkarmak istediklerini söylediler. Kendilerinin de saldırıya uğradığını fark etmişlerdi. Herkese değer verilen, herkesin güvenli olduğu ve ihtiyaçlarının karşılandığı bir dünyada yaşamak istiyorlardı. Başkan Donald Trump yönetiminin değerlerine kendileri gibi karşı çıkan, bu kadar çok insan olmasından etkilenmişlerdi. Çaresiz hissetmek dışında bir şey yapmak istemişlerdi.
O akşam, bir belediye binasında 700’ü aşkın kişinin katıldığı, 1100’ü aşkın kişinin de yedek listeye yazıldığı bir toplantıya katıldım. Siyahlar da vardı ama katılanların çoğu beyazdı. Toplantı salonunun yaklaşık yarısı Kadın Yürüyüşü’nün hayatlarında katıldıkları ilk kitlesel eylem olduğunu söyledi. Değişimin nasıl olacağını ve kendilerinin nasıl katılabileceğini öğrenmek istiyorlardı. Ve bu daha başlangıçtı.
O gece, sosyal medya hesaplarımı tararken, yüz binlerce insan için dönüştürücü bir deneyim olan bu yürüyüşü küçümseyen çok sayıda yorum okudum. Merak ettim insanları katılıma çağırmak yerine “siktirin evinize gidin” deseydim ne olacaktı? Gene de gelirler miydi? Gelmeseler fark eder miydi?
Öfke politik bilincimizi dönüştürmekte çok önemli bir rol oynar ve bu özelliğine gereken değer verilmeli.
Pembe örgü “pussy” (İngilizce hem kedicik hem argoda am anlamında) beresiyle yürüyüşe gelen beyaz hanım, müstakbel başkanın, “kadınları pussy’sinden (amından) yakalamak”tan sözlerine deli gibi öfkeli. Şimdiye kadar kenarlardan seyretmiş olsa da bir şeyler yapmaya kararlı.
Amerika’nın, göçmen işçi emeğine bağımlı olmasına karşın, kağıtsız göçmenleri kaçak bir hayat sürmeye zorlamasının yarattığı öfke, göçmen işçileri de harekete katılmaya yöneltebilir.
Bu ülkenin bizi insanlığımızdan mahrum edişine çılgınca öfkeli olan renkli Amerikalılar şimdiye kadar katılmadılarsa da şimdi harekete katılabilirler.
“Delirmek için çok sebebim var ve delirmeye hakkım var” diyen Solange’a katılıyorum. Fakat öfke tek başına yeterli değil. Bir şey inşa etmek ya da iktidarı almak için yeterli değil.
Öfke, Cumhuriyetçilerin hükümetin üç kanadını (Başkanlık, Senato, Temsilciler Meclisi – Çevirmenin notu) ve 32 eyaletin yasama meclislerinin her iki kanadının da kontrolünü ele geçirdikleri gerçeğini değiştirmeyecek.
Öfke, Öfke’nin kanunu kendi eline alan birilerinin topluluklarımızı terrörize etmesine engel olamayacağı gerçeğini değiştirmeyecek, ve öfke pek çoğumuzu rahatlıkla harcanabilir addeden ekonomiyi değiştirmeyecek.
Bu ahlaki olmaktan çok, pratik bir mesele. Bizim, siyah, queer, feminist, parçalı, anti kapitalist, anti emperyalist ideolojimizi belki benimsemeyecek, ama daha iyi yaşamaya hakkı olduğunu bilen ve bunu elde etmek için mücadeleye hazır milyonlarca insandan oluşan bir hareket oluşturabilir ve kazanabilir miyiz?
 Eğer örgütlenme konusunda süper güçlerimizi harekete geçirebileceğimiz bir an olacaksa, o an işte bu an.
Siyahların ya da diğer renkli halkların beyazları suçlamaması gerektiğini savunmuyorum. Beyazların bir yere gittiği yok. Ama farklı düşünmeye ve eylemeye başlamazsak biz de bir yere gidemeyiz.
Yüz binlerce insan bir harekete katılmanın ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyor.
Bir harekete ait olmak için insanların değişemeyeceğine, dönüşemeyeceğine, haklı olmanın, birliktelikten, birbirine ihtiyacı olmaktan daha önemli olduğuna inanmak gerektiği mesajını verirsek kazanamayız.
Eğer hareketimiz bir güç inşa etmeyi ciddiye almıyorsa, o zaman kimin en radikal olduğu üzerine faydasız bir çabalama içindeyiz demektir.
Bu, hepimiz için, bir harekete yeni adım attığımız günlerdeki kendi halimizi –o süreçte bize sabır gösteren, bizimle hemfikir olmadığı halde ilişkiyi koparıp atmayan, kendi kibrimiz içinde debelendiğimiz anlarda bize bilgece gülümseyen (tecrübeli) örgütçüleri- hatırlamak için bir vesile olsun.
Ben hayatımı harekete adamadan önce kim olduğumu hatırlıyorum. Bana karşı çok sabırlı olan birini. Benim de bir katkım olabileceğini gören birini. Beni koparıp atmayan birini. Benim kararlılığımı artırmak için emek veren birini. Bana sorumluluk taşımayı öğreten birini. Bana yüzyüze olduğumuz sorunların kökünde yatan esas meselelerin farkına varmamı sağlayan birini. Beni gelecek vizyonumu ortaya koymaya teşvik eden birini. Beni hareketini bulmaya çalışan başkalarına ulaşma konusunda eğiten birini hatırlıyorum.
Bu ülkenin içinden geçmekte olduğu bu süreçte, kimse güvende değil. Bir çoğumuz şimdiye kadar hayatımızda nefret, ihmal ve aç gözlülükle tanıştık ama içine girdiğimiz dönem bildiğimiz hiç bir şeye benzemiyor.
Milyonların içinde olduğu, çeşitliliği kapsayan bir hareket inşa edebiliriz. Sınıf, ırk, toplumsal cinsiyet, yaş, yasal belgeler, din ve fiziksel engelli olmanın yarattığı farklılıkları enine kesen bir hareket yaratmamız gerekiyor.
Bir hareket inşa etmek sizinle hemfikir olmayan insanlara ulaşabilmeyi gerektirir. Daha basit söylemek gerekirse birbirimize ihtiyacımız var, liderliğe ve stratejiye ihtiyacımız var.
İnsanlara yüzlerce kere şimdiye kadar burada olmadıkları için şimdi de olmaya hakları olmadığını söyleyebiliriz. Fakat emin olun, bu bizi tek bir yere götürür: Hiç bir yere...
(*)Alicia Garza: Ulusal Ev İşçileri Birliği özel projeler müdürü. CA, Oakland’da yaşayan bir örgütleyici, yazar ve özgürlük düşleyicisi. 2013 yılında Trayvon Martin’in öldürülmesinden sonra gelişen Siyahlara karşı ırkçılığın bütün biçimleriyle mücadeleye odaklı #SiyahHayatlarDeğerlidir adlı uluslararası kampanyanın kurucularından.
Toplumda eğitimli erkeklerin bunları çok daha az yapacağı gibi genel bir kanı yerleşmiş olduğundan, üniversitelerde cinsel taciz ve tecavüz başta olmak üzere her türlü erkek şiddetinin daha az olacağı bekleniyor. Ne büyük bir yanılgı! Üniversiteden yolu geçmiş her kadın, ister öğrenci ister çalışan, bilir ki yaşadığımız bu ataerkil dünyada hiç bir yer erkek egemenliğinden muaf olmadığı gibi üniversiteler de değil. Hatta tam da bu söz konusu genel kanı nedeniyle bu tür kurumlarda çok daha incelikli ve gizil ve en çok da ikiyüzlü formlarıyla erkek şiddeti hayat buluyor. Özellikle genç kadın akademisyenler ya da akademisyen adayları, eril akademinin görünmez kurallarıyla bir çok alanda kontrol ve denetime maruz kalırken, aynı zamanda çevrelerindeki erkeklerden –arkadaş, meslekdaş, profösör, idari görevli vd. aklınıza kim gelirse- cinsel taciz ve istismara uğrama riskiyle karşı karşıya. En önemlisi ise bu tür olaylar maalesef münferit vakalar olmayıp akademik kültürün bir parçası halinde; ve üstünün örtülmesi, ya da sessiz kalınarak yok sayılması ise adeta yerleşmiş bir gelenek. Tacize uğrayan bir kadın, hele de genç bir öğrenci ya da asistansa, olur da söyleyecek cesareti bulursa buna herkesi inandırması, ikna etmesi gerek. Bunu yapan alanda sözü geçen, ünvanlı ya da yaptığı çalışmalar veyahut eleştirelliğiyle bilinen bir erkekse düşünün durumun vahametini; onun karşısında bir genç kadının sözünün ne kıymeti olur ki?! Kimisi duymak istemez, kimisi duymazdan gelir, kimisi duyup inanmaz, hayatta yapmaz o der; ve çoğunluk ise duyup bilse de aman başımız ağrımasın diyerek hiç bir şey olmamış gibi davranıp uzak durur. Şiddet hayatımızın her köşesine ince ince sessizlikle böyle siner. Ve işte aslında tam da bu tür şiddet, yani sessiz kalınarak üretilen şiddet, tacize ve/ya cinsel istismara uğrayan kadınlara asıl öldürücü darbeyi vuran şey olur çoğu zaman; bu eril kültürün devamı için değirmene en çok su taşıyandır kısaca.

Yakın zamanda bu olayları tekrar düşünmemizi, tartışmamızı sağlayan önemli bir olay oldu. İngiltere’de bulunan University of London'a bağlı Goldsmiths Enstitüsü’nde on yıldan fazladır çalışan feminist profesör Sara Ahmed çalıştığı üniversitede cinsel tacize karşı çözüm üretilmediği için işinden ayrıldı. Son bir kaç yıldır öğrencileriyle birlikte cinsel tacize karşı kurumsal düzeyde çözüm üretilmesi için girdikleri mücadelede neler yaşadıklarını tane tane anlatıyor Sara Ahmed istifası üzerine yazdığı mektubunda; nasıl görmezden gelindiğini, seslerinin nasıl bastırıldığını ve en çok da sessizliğin bu süreçte şiddet olarak nasıl bir işlev gördüğünü.

Bir çok gazetede ve internet sitesinde yayınlanan bu mektubu ingilizcesinden ilk okuduğumda bir süre etkisinden çıkamadım, bazı cümlelerin tekrar tekrar üzerinden geçtim. Yaşanılan deneyimin bizim için ortaklığı bir yana, sevgili Sara Ahmed’in cinsel tacizle mücadeleye ilişkin çok yerinde tespitleri, sorgulamaları kadar bunları kelimelere adeta hayat verircesine dile getirmesi beni derinden etkiledi. Bu sebeple bu metnin türkçede olmasını ve başkalarının, özellikle de genç kadınların okumasını çok istedim. Çünkü biliyorum ki bu mektupta yazanlar, üniversitelerde okuyan/çalışan bir çok kadının yaşadığına karşılık geliyor. Akademide cinsel taciz başta olmak üzere erkek şiddetini dert edinen ve bununla mücadele etmeye çalışan feminist kadınlar olarak sesimizin daha gür çıkması ve bunun üzerine birlikte daha çok kafa yormamız ve mücadele alanları geliştirmemiz gerek. İşte bu mektup tam da bu anlamda meseleyi politik sorumluluk ve feminist eylem açısından düşünmemiz için önemli bir imkan sunuyor.

Mektubun sonlarına doğru Sara Ahmed iz bırakmamız gerektiğinden bahsetmiş, olanların izlerini. İstifasıyla ve sonrasında yazdıklarıyla yapmaya çalıştığı aslında tam da bu. Bu yazıyı yazarken twitterda şöyle bir fotoğrafa rastladım, kan kırmızısı harflerle tahminen Ahmed’in çalıştığı fakültenin duvarına “sara ahmed nerede” diye yazılmış. Sanırım Ahmed’in çağrısı bundan daha iyi karşılık bulamazdı. İstifa etmek her zaman vazgeçmek midir, hiç sanmıyorum; çünkü sesini duyurmak için bazen kalmak gerekir bazen ise -istemeyerek de olsa- gitmek. İşte Ahmed’in istifası üniversitelerde cinsel taciz konusunda etrafımızı saran sessizlik duvarını delmek için fırlatılmış çok güçlü bir taş mahiyetinde. Ne yaparlarsa yapsınlar O’nun izi asla silinemeyecek, ve hep bir yenisi eklenecek.

Sizi mektupla baş başa bırakmadan önce son bir not, ingilizceden türkçeye çeviriyi sevgili arkadaşım Petek Onur yaptı; sevgili Aksu Bora çeviri metni son bir kez gözden geçirdi ve bana da bu girişi yazmak düştü. Bundan sonrasında, söz Sara Ahmed’in..




SÖYLEMEK


Meslektaşlarım ve oyunbozanlar[1],

İşimden istifa etme kararımla ilgili yazımı paylaştığımdan beri çok büyük bir destek ve dayanışma gördüm. Yorum yazan ve bana mesaj gönderen herkese teşekkür etmek isterim.

İstifa etmek zor bir karardı. Bu kararın nedenlerini paylaşmak benim için önemliydi: İstifamın hem feminist bir protesto hem de feminist bir kendine değer verme eylemi olduğunu göstermek.

Açıklamamın üstü kapalı ve kısa olduğunun farkındayım. Bana (meslektaşlarıma da olduğu gibi) ayrıntılar soruldu: Hikâyeyi anlatmam, neler olduğunu insanlara söylemem istendi. Bu ricaya yanıt olarak birkaç söz söylemem gerek. Anlatamayacağımız şeyler olduğunda bile, anlatılmamış çok fazla şey bırakmak zorunda olduğumuzda bile, açıkça söylemenin neden önemli olduğuna dair birkaç söz etmeliyim.

Çalıştığım üniversitedeki cinsel taciz sorununu ilk defa üç yıl önce, bir meslektaşımdan duydum. Konuşmayı dün gibi hatırlıyorum. Anlattıklarıyla sarsılmıştım. Hikâye, iki soruşturmanın ardından üniversiteyi bırakan bir kişiyle ilgiliydi. Fakat o konuşma beni başka konuşmalara yönlendirdi: Hem yönetimle hem de en önemlisi, öğrencilerle. Cinsel taciz sorununun boyutuna dair bizi alarma geçiren, öğrencilerdi. O zamandan beri dört soruşturma oldu. Ondan önce iki soruşturma olmuştu. Dört öğretim üyesiyle ilgili altı soruşturma: En azından benim bildiğim kadarıyla.

Sayılardan bahsediyorum çünkü bize bir şey öğretiyor: Cinsel tacizden bahsederken konu ne bir ya da iki ayrıksı kişi hatta ne de ayrıksı bir kurum. Konu, akademik kültürün bir parçası olarak sıradanlaşmış ve normalleşmiş cinsel taciz.

Konuşmadığımız şey hakkında konuşuyoruz.

Dolayısıyla, “cinsel taciz sorununu ele almadaki başarısızlık”tan bahsettiğim zaman, hiçbir şeyin yapılmadığını kastetmedim. Neticede soruşturmalar oldu. Ama bu soruşturmalar, cinsel taciz sorununun bir kurumsal sorun olarak sağlam ve anlamlı bir biçimde ele alınmasına yol açmadı. Bu konuda politika geliştirme girişimlerimiz ve politika değişikliklerimiz olduğunda da bu genel tartışmaya açılmadı.

Son üç yılda hem kendi fakültemde hem de diğer üniversitelerde birçok kişi başına gelen cinsel tacizi benimle konuştu. Bu konuşmalar aracılığıyla bir şeyin farkına varmaya başladım: Üniversitelerde çok sayıda cinsel taciz vakası yaşanıyor ama bu vakalarla ilgili bir kamusal arşiv kaydı yok. Sanki buharlaşıp kaybolmuşlar. Doğrudan etkilenen kişiler dışında hiç kimse onlar hakkında bir şey bilmiyor. Bu vakalar iz bırakmadan nasıl kaybolur? Neredeyse bütün vakalarda bu böyle. Çünkü soruşturmalarda gizlilik hükümleri işletiliyor. Bu hükümler, örgütün itibarını korur, böylece kimse ne olduğunu öğrenemez. Tabii korunan genellikle tacizcidir: Sicilinde leke olmaz, hayatına devam eder. Tacize uğrayan ise her zamankinden de yalnızdır (taciz zaten bizatihi yalnızlaştırıcıdır). Sessizliğe terk edilirler. Sessizlik, bir başka darbedir; yaşamayanın bilemeyeceği bir duvar (çünkü sessizlik kayda geçmez; söylenmeyeni duymadığınız için).

Ve bir diğer sonuç: Sorunun boyutunu bilmemizin hiçbir yolu yok.

Sorunun boyutunu bilmemizin hiçbir yolunun olmayışı, sorunun boyutunun göstergesi.

Yarın “Arşivler Önemlidir” konferansımızda gizlilik ve arşivlerle ilgili birkaç söz söyleyeceğim. Cinsel taciz vakaları gizlilikle sarmalandığı zaman, bir arşivimiz olmaz; olup biteni anlamamızı sağlayacak belgelere, materyallere erişemeyiz. Çok fazla eksik vaka var, bu işin içine girdiğimden beri daha da fazlasını öğrendim. Bir arşiv oluşturacaksak, bir kurumun yönetmeliklerini izlememeliyiz. Ve bir kurumun yönetmeliklerini izlemezsek, belgelediğimiz zararın nedeni haline geliriz. Buna yanıt şu olacacaktır: Zararı sınırlamak. Zararı sınırlamanın yolu çeşitliliği sağlamaksa, ırkçılık üzerine çalışmamda açıkladığım gibi, o zaman zararı sınırlama, konuşmayı kontrol etme şeklini alır: Şiddet hakkında konuşan insanların duyulabilecekleri yerlerde konuşmalarını engellemeye çalışmak.

Zararı kontrol altına almak, zarar görmüş olanları kontrol altına almaktır.

O bir şikâyet olarak duyulur. Şikâyet olarak duyulduğunda, aslında kendisi olarak duyulmaz.

İşitmenin yokluğu, üreticidir. Sessizlik, taciz ve istismar kültürünün yeniden üretilmesini sağlar. Şiddetten söz etmediğimiz zaman şiddeti yeniden üretiriz. Şiddete dair sessizlik, şiddettir.
           
Sessizlik içinde giden birçok öğrenci oldu. Kalabilselerdi ne söyleyeceklerini hala bilmiyoruz.

Kayıp belgeler; kayıp insanlar. Ne kadar çok şeyi kaybettiğimizi bilmiyoruz.
           
Sessizlik.
           
Bir kurumun bu konuda resmi bir tutumu yoksa, mesele sadece kimsenin ne olduğundan haberdar olmaması değil, zaten buna gerek olmamasıdır. Kişilere bilmeme izni vermişsiniz demektir. Ve sonra konuşma küçük alanlarla sınırlanmış hale gelir: Bizim oluşturduğumuz gibi feminist merkezlerde. Bu alanlar önemlidir: Sığınak haline gelirler; yaşam hatları, gidilecek yerler.  
           
Ama şunlar da doğru olabilir:
           
Konuştuğumuz zaman dinlemek zorunda değiller.

Ve hatta:

Konuşuyoruz, böylece dinlemiyorlar.

Ve son üç yılda sessizlikle uğraştık, sorunun etrafında dolaştık, mührü kırmaya çalıştık, iletişim kurmaya, ulaşmaya çalıştık. Daha genel ve ortak bir konuşmanın, olanlar hakkında bir konuşmanın devamını sağlamaya uğraştık.

Hiçbir şey. Sessizlik. Hâlâ.

Üstelik tacize uğramışlar açısından tacizin tarihi öylece ortadan kaybolmuş gibi. Tacize meydan okuma tarihi de (ki bu çoğunlukla kendini tacize uğramaya yeni baştan açmak demektir) onunla yok oluyor. Hiçbir şey olmamış gibi. Yanlış bir şey olduğuna dair belli belirsiz bir fikri olanlar, bu yanlışın halledilmiş olduğuna dair de belli belirsiz bir fikir ediniyorlar. Aslında ilgililer gitse de, yanlış devam ediyor. Kişiler yerlerinde duruyor (genellikle de yönetici konumunda olanlar), ilişki ağları canlı, yapılar veya süreçler hiçbir soruşturma olmadan devam ediyor.

Ve sorunlar yeniden ortaya çıkıyor. Ve şikâyetler tekrar görmezden geliniyor.

Gizlilik hükümleri cinsel tacizi konuşamayacağımız anlamına gelmez ve gelmemeli. Tersine, cinsel tacizi konuşmak zorunda olduğumuz anlamına gelmeli. Bu konuşmaya katılmalıyız, çünkü zor. Birbirimize karşı bir sorumluluğumuz var; eğitimciler olarak öğrencilerin gelişimini, öğrenmelerini sağlayacak bir ortam yaratma sorumluluğumuzla aynı sorumluluktur o.

Dahası var. Gerçekten açıkça konuştuğunuzda, bir sorun olarak görülürsünüz, sanki sorun sırf siz ondan bahsettiğiniz için varmış gibi. Sanki siz ondan bahsetmeyi bir bıraksanız, sorun ortadan kalkacakmış gibi. Bu zorluğu daha önce anlatmıştım: Bir sorunu ifşa etmek, nasıl o sorunu yarattığınız izlenimi doğurur. Üstelik sadakatsizlikle –söylemeye çalıştıklarınız yüzünden itibarı zedelemekle, hatta feminizme zarar vermekle suçlanırsınız; her şeyin ve herkesin itibarını zedeliyormuşsunuzcasına.

Fakat yine de konuşmalıyız: Zarar veren şey, sessizliktir.

Ve son üç yıldır cinsel taciz sorunu üzerinde birlikte çalıştığım öğrencilerime herkesin huzurunda teşekkür etmek istiyorum. Her ne kadar olanlar henüz resmen tanınmasa da, her ne kadar yıkılması gereken birçok şey yerinde kaldıysa da, çok fazla şey başardınız ve biliyorum ki gelecek birçok öğrenci sizin titiz emeğinizden yararlanacaktır, bazı öğrenciler hâlâ aynı şeylerle karşı karşıya kalıyor olsalar bile.

Bazı konularda kesin bir fikrim yoktu; hala da yok. Umuyorum ki zamanla ve destekle, daha net fikirler oluşturabiliriz. İz bırakmamız gerek. Daha fazla iz. Olanın izleri. Bunun olmasını nasıl engelleyeceğimizi öğrenmek için, ne olduğunu konuşmamız gerek.

Yakında çıkacak kitabım Living a Feminist Life’tan (Feminist Bir Hayat Yaşamak) bir bölüm olan “Feminist Snap”e (“Feminist Kopma”) istifamla ilgili bir paragraf ekledim.

Sonuç mahiyetinde ve teşekkürlerimle onu paylaşayım.

Katlanmam beklenen şeyler çok fazla gelmeye başladı; yaptığımız işe destek verilmemesi, durmadan çarptığımız duvarlar. Ayrılabilecek maddi kaynak ve güvenceye sahiptim. Ama yine de kolum kanadım kırılıyor gibi hissettim: Sadece bir işten veya bir kurumdan ayrılıyor gibi değil, bir hayattan, akademik hayattan da ayrıldığımı hissettim; sevmiş olduğum bir hayattan, alışık olduğum bir hayattan. Ayrıca o ayrılma eylemi bir tür feminist kopmaydı: Daha fazla katlanamadığım bir an oldu, herhangi bir yere varmamızı engelleyen o duyarsızlık duvarları; başarmamızı engelleyen o duvarlar. O bağ bir kez koptuğunda, çoktan kırılmış olan bir şeye tutunmaya çalışmış olduğumu fark ettim. Belki kurumla ilişkim Silas’ın su testisiyle [2] olan ilişkisi gibiydi: Kırılan parçaları bir arada tutmaya çalışsaydım, bir anıyla, artık olmayanın hatırasıyla baş başa kalacaktım.

İstifa kulağa pasif, hatta kaderci gelebilir: Kişinin kaderine boyun eğmesi [3]. Ama istifa bir feminist protesto eylemi olabilir. Kopmakla şunu diyorsunuz: Cinsel taciz sorununu çözmeye çalışmayan bir kurum için çalışmayacağım. Cinsel taciz sorununu çözmeye çalışmamak cinsel taciz sorununu yeniden üretir. Kopmakla şunu diyorsunuz: Katlanamadığım, katlanılmaması gerektiğini düşündüğüm bir dünyayı yeniden üretmeyeceğim.



[1] Oyunbozanlar anlamına gelen killjoys, Sara Ahmed’in bu yazıyı ve diğer yazılarını paylaştığı blog sayfasının (feministkilljoys.com) adında geçmektedir. (ç.n.)
[2] Sara Ahmed, National Women’s Studies Association Conference’taki 13 Kasım 2015 tarihli “Feminism and Fragality” (“Feminizm ve Kırılganlık”) başlıklı konuşmasına atıfta bulunuyor. Konuşmada George Eliot’un Silas Marner adlı romanında Silas adlı karakterin her gün kuyudan su taşımak için kullandığı ve en değerli eşyası olarak gördüğü testisinin kırılmasıyla ona yüklediği anlamların da kırılmasından ve testinin bu anlamların bir anıtına dönüşmesinen söz etmiştir. (ç.n.). 
[3] Orijinal metinde geçen “resignation” (istifa) sözcüğü ve “resigning oneself to one’s fate” (“kişinin kaderine boyun eğmesi”) deyimi istifa etmek, çekilmek, teslim olmak anlamlarına gelen “resign” fiilinden türemiştir. Ahmed bu anlamlar arasında bir bağ kurmuştur. (ç.n.)





Geçenlerde 5Harfliler'de yayınlanan bir yazıda geçiyordu, sevgili Tezer Özlü 1980'lerin başında gündelik hayatın o denli soyut, gerçekdışı ve acı boyutlara ulaşması karşısında yazı yazmayı anlamı bitmiş bir eylem olarak tanımlamış. Bazen bir cümle içimizde onca birikmiş gün yüzüne çıkmayı bekleyen sıkıntıya, kedere karşılık geliverir, ağrıyan yanımıza dokunur. Epeyce süredir böyle bir ruh hali içindeyim, akademik iş nedeniyle yazdıklarım hariç bir şey yazmaya elim gitmiyor. Hani dertlenince bir anda kaleme, klavyeye sarılıp yazılan yazılar. Dertleniyorum dertlenmesine de, yazayım dedikten sonra yazsam ne olacak, ne anlamı var deyip bırakıyorum. Yakın bir zamana kadar 'yazmazsam çıldırırım' halet-i ruhiyesindeyken yazmanın anlamsızlığı noktasına geldim, bunu farkettiğim zamanlar kendime kızıyorum, sonra haberleri gördükçe içime içime patlıyorum öfkeden. Oysa ki bu öfkeyi tutmak lazımdı, bizi diri tutacak olan oydu. Ulrike Meinhof'ın bir bildiği olmalıydı değil mi, boşa demedi üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim diye. 


İşte bu yazıyı da böyle bir öfkeyi her kelimesinde bize hissettiren, hatırlatan bir kadın için yazıyorum, evet tabi ki Çilem Doğan. Her söylediği, her yazdığıyla beni derinden sarsan, kalbime kazınan o güçlü kadın. Dün Çilem'in davası vardı, Adana'da görüldü. 8 Nisan'a ertelenen davada Çilem'in tutukluluğunun devamına karar verildi, tabi ki şaşırmadık. Erkek yargı sağolsun, son dönem bu senaryoyu sık sık görüyoruz çünkü kadınlar daha fazla ölmek istemiyor, ölmemek için öldürmek zorunda kalıyor. Nevin'in o bakışlarını nasıl unutabiliriz, unutmak mümkün mü?! Çilem'in bir farkı varsa o da bunu açıkça söylemesiydi, hem de gözünü kırpmadan, lafını esirgemeden. Kendisine şiddet uygulayan eşini öldürdükten sonra "Hep mi kadınlar ölecek? Biraz da erkekler ölsün." lafı binlerce kadının hislerine tercüman olurken şüphesiz bu erkek toplumda kimileri için de epey bir şok etkisi yaratmıştır. Tabi haksız değiller, bu fikir yayılırsa ne olacak, daha fazla kadın canına tak edip erkekleri öldürürse bu toplumu ayakta kim tutacak? Oysa ki, kadınların hem kendilerini hem bu toplumu taşımaktan artık ayaklarında derman kalmadı. Erkekler her gün ama her gün kadınları öldürüyor, savaş demeden barış demeden karısını, sevgilisini, eski karısını veya hiç tanımayıp sokakta gördüğü, internette tanıştığı kadınlara durmaksızın tecavüz ediyor, onları aşağılıyor, dövüyor, öldürüyor. Çilem tüm bunlara uzun süre katlanıp, en sonunda ölmemek için kendisini fuhuşa zorlayan eşi olacak adamı öldürdü. Evet, bu topraklarda namustan öte bir şey yoktu değil mi? Namus için gerekirse can verilir, can alınırdı değil mi? Tabi, çifte standarlara doymayan ülkem, ancak ona da erkek karar verirse olur değil mi? Malum, namus temizlemek de erkek işi, öyle elinin hamuruyla girmeyeceksin bu işlere, sonra müebbeti alırsın. Aslında Çilem'in sözlerinin üzerine denecek bir şey yok, her şeyi o kadar iyi özetliyor ki. Bunlar bizim suçumuz değil diye kadınlara seslenirken, namus denilince sadece kadınları suçluyor bu sistem diyor, daha ne desin? 

Çilem'in davasının olduğu gün, rastlantı bu ya, Zonguldak'ta 9 yaşındaki kız çocuğuna tacizden yakalanan 72 yaşındaki Fikret A. çıkarıldığı mahkemede iyi hali, yaşı, ve 'samimi anlatımı'ndan dolayı tahliyesine karar verildi. Yanlış duymadınız, samimi anlatım, evet. Tekrar tekrar düşünseniz da cevap bulunacak sorulardan değil, gerçekten nedir bu samimi anlatım; yaptığı tacizi samimi bir şekilde anlattı da bu yüzden mi tahliyeyle ödüllendirildi?! Oysa ki, aynı gün içinde başka bir mahkemede Çilem Doğan yaşadığı kabus gibi hayatı anlatırken yeterince samimi bulunmadı anlaşılan. Defalarca koruma istediğini belirten Çilem, "Azrail evde canımı alacak gibi bekliyordu" sözüyle bile samimiyet testinden geçemedi. Eee ne diyelim, eğer kadınsan, çifte standartlar boy boy, seç beğen al.

Ama biliyoruz ki, bunlar ne kadar olursa olsun, kadın direnişini, kadın dayanışması da o kadar artıyor, Çilem'in mektubunda dediği gibi, korkuyorlar bizden: 
"Korkuyorlar bizden artık: Tacize uğradığında sessiz kalmayan bizden, kardeşlik bağımızdan, benden, Nevin’den... Asla yalnız değiliz. Bu kapıları ittire ittire açacağız. İçeride dışarıda iki kişi kalsak dahi yeter bize. Merhem olur o diğer kişi güç olur bize. 'Hep kadınlar mı ölecek' sözü kulağınızdan gitmedi, biliyorum. En az sorun yaşayana bile umut oluyoruz, inanıyorum. Annelerim, kardeşlerim, ablalarım asla yalnız olduğunuzu hissetmeyin. Yalnız değiliz, yalnız değilsiniz. Haklılığımızın sonuna dek arkasındayız. Gelecek günler hepimizin elleriyle gelecek. Hepinizi çok seviyorum."

Sevgili Çilem, sözlerinle, dik duruşunla tüm kadınlara güç verdin, umut verdin, dayanışmayı hatırlattın. Mektuplarınla adeta kızkardeşliğin kitabını yazdın. Sayende oturdum, bu yazıyı yazdım, her şey için teşekkürler,sana uzaklardan kızkardeş selamı gönderiyorum. Sana söz, o kapıları birlikte ittire ittire açacağız.


Dünyanın dört bir yanında, kadınlar sistematik olarak şiddet görüyor, öldürülüyor. Kadınların hayatları boyunca karşı karşıya kaldıkları bu yoğun baskı ve şiddetle mücadele eden güçlü ve cesur kadınlar ise çoğu zaman korku ve tehdit salmak için öldürülüyor. The Guardian gazetesi, 2015 yılında öldürülen dokuz aktivist kadına dikkat çeken bir yazı yayınladı, kadın haklarını savunurken öldürülen bu cesur kadınları daha çok insan tanısın diye türkçe çevirisini burada paylaşmak istedim.*

Sol üst baştan sırayla, Joan Kagezi, Nadia Vera, Norma Angélica Bruno Román, Catherine Han Montoya, Losana McGowan, Intisar al-Hasairi, Angiza Shinwari, Photograph: WHRD

2015'te 9 kadın aktivist öldürüldü.
Uluslararası Kadının İnsan Hakları Savunucuları Gününe vurgu yapmak için, geçmiş yıllarda öldürülen kadın aktivistleri anıyoruz.

Nadia Vera
Meksika: 21 Temmuz 2015’te öldü.
Nadia Vera Meksika’daki dairesinde ölü bulundu. Aralarında üç kadının, bir erkek gazeteci Rubén Espinosa’nın da bulunduğu dört kişiyle beraber tecavüze uğradı, işkence gördü ve başından vuruldu. 2010’dan beri Meksika’da öldürülen 36. kadın insan hakları savunucusuydu. Petrol rezervlerinin tasfiye edilmesi ve gazetecilere saldırı konularında mücadele ediyordu. Aktivizmi, ölüm tehditleri sonucu geçen yıl Veracruz’un başkenti Xalapa’dan Meksika’ya taşınmasına yol açmıştı.
"Nadia’nın cinayete uğraması tehditlere ve şiddete maruz kalan savunucular için Meksika’da güvenli bir ortamın kalmadığını gösteriyor. Bu da insan hakları krizinin ne kadar ciddi bir hal aldığının göstergesi," diye açıkladı Meksika’daki İnsan Hakları Savunucuları Ulusal Ağı (National Network of Human Rights Defenders of Mexico) koordinatörü Atziri Ávila

Francela Méndez
El Salvador: 31 Mayıs 2015’te öldü.
Francela Méndez, El Salvador’da transseksüel topluluğunun haklarını savunuyordu. Şehirdeki lezbiyen, gey, biseksüel ve transseksüel kişilerin haklarını savunan Colectivo Alenjandria’nın yönetim kurulundaydı. Ayrıca HIV, tüberküloz ve sıtma hastalıklarının üzerine gitmek amacıyla uygulanan bir programda yer alıyordu ve ayrıca Salvadorlu İnsan Hakları Savunucuları Ağı’nın üyesiydi. San Salvador dışında bulunan Sonsonate’de bir arkadaşının evinde öldürüldü. Méndez’in öldürülmesi, İnsan Hakları Inter-Amerikan Komisyonu tarafından kınandı. 

Intisar al-Hasairi
Libya: 24 Şubat 2015’te öldü.
Intisar al-Hasairi ve teyzesinin cesetleri Tripoli’deki bir arabanın bagajında bulundu. İkisi de vurulmuştu.
Al-Hasairi Libya’da barışı ve kültürü savunan bir grup olan Tanweer Hareketi’nin kurucularındandı. Şehirdeki demokrasi yanlısı eylemlerde yer alıyordu.

Joan Kagezi
Uganda: 21 Mart 2015’te öldü.
Ugandalı avukat ve savcı Joan Kagezi, işinden evine dönerken vuruldu. Uluslararası suçlar ve terör karşıtı şubesindeki kamu savcılarının yöneticiliğini yapıyordu. Öldüğü zaman, Kagezi al-Shabaab terör saldırılarına karışan 13 erkeğin dahil olduğu davanın baş savcısıydı. Aynı zamanda, Tanrının Direnişi Ordusu’nun eski komutanı Thomas Kwoyelo’nun, cinayet ve adam kaçırma suçlarından dolayı açılan soruşturmasına yardımcı oluyordu. Ölümü üzerine, Kampala'da Observer gazetesi "Onun öldürülmesi, bazı avukatların en parlak ve en üst düzeyde korkusuzca sürdürülen ceza davası tecrübelerinden biri olarak tanımladıkları süreci sona erdirdi" diye yazdı.

Sabeen Mahmud
Pakistan: 24 Nisan 2015’te öldü.
Sabeen Mahmud, annesiyle Karachi’deki bir etkinlikten ayrıldıktan sonra arabasında vuruldu. Pakistan’ın en önde gelen insan hakları aktivistlerinden biriydi ve T2F (The Second Floor -İkinci Kat) olarak bilinen öncü kafe ve topluluk sanatları alanının direktörüydü. Öldürüldüğü akşam, T2F’de Pakistan Hükümeti’nin ellerinde kaybolan Balochistan’daki kişilerin durumuna dikkat çeken bir etkinlik düzenleniyordu. Ölüm tehditleri alan Mahmud için, arkadaşı yazar Kamila Shamsie şöyle yazmıştı: “O, evde de eşitliği olan, tel lehimleyen, Urdu şiirini tartışan, kriket oynayan, Karaçi’deki tüm ilerici siyasi gösterilere katılan, Pink Floyd söyleyen ve benim kendisini böyle ilan eden “çokbilmişler tayfası” arkadaşımdı.”

Norma Angélica Bruno Roman
Meksika: 13 Şubat 2015’te öldü.
Norma Angélica Bruno Roman başka bir genç aktivistin cenazesine giderken çocuklarının önünde öldürüldü.
Norma'nın, yakınları kaybolan ailelerle çalışan Iguala’daki bir gruba üye olduğu anlaşılmıştı. 

Catherine Han Montoya
ABD: 13 Nisan 2015’te öldü.
Sivil ve insan hakları için mücadele eden Catherine Han Montoya, Atlanta’daki evinde öldürüldü. Lezbiyen, gay, biseksüel ve transeksüel kişi haklarının yanında Asya kökenli Amerikalı göçmenleri ve kadınları ve Pasifik Adalıların haklarını savunuyordu. Güneydoğu Göçmen Hakları Ağı’nın kurucularındandı. Montoya, ‘Sivil ve İnsan Hakları üzerine Liderlik Konferansı’nda çalışmıştı. Konferansta kendisi şu şekilde onurlandırılmıştı: "göçmenlerin, farklı ırklara mensup toplulukların ve LGBT bireylerin ve ailelerin hayatlarını güçlendirmeye hayatını adamış, olağanüstü yetenekli bir lider ve becerikli bir organizatör. Ardında, çoklu-etnik topluluklar arasında dayanışma ve fırsat köprüleri kurma mirası bıraktı."

Losana McGowan
Fiji: 4 Nisan 2015’te öldü.
Gazeteci ve kadın hakları savunucusu Losana McGowan evinde öldürüldü. Partneri cinayetin faili olarak suçlandı. McGowan, bir yandan Fiji Times ve Fiji Yayın Kuruluşu’nda gazetecilik yaparken, bir yandan da kadınlara ayrımcılık uygulayan yasaları değiştirmek için çalışan Fijili Kadınların Kriz Merkezi ve Fijili Kadın Hakları Hareketi’nde aktivist olarak yer alıyordu. Yakın zamanda Pasifik Topluluğu Sekreteryası’nın medya ve iletişim koordinatörlüğünü üstlenmişti. Ölümü, kadına yönelik şiddetle mücadele için daha kapsamlı eylemler yapılmasına ilişkin çağrıları teşvik etti.

Angiza Shinwari
Afganistan: 16 Şubat 2015’te öldü
Angiza Shinwari yolculuk yaptığı araca yapılan bombalı saldırıyla öldürüldüğünde, Nangarhar’da etkin il meclis üyesi olarak ikinci dönemine başlamıştı. Meclise seçilmeden önce Shinwari kadın hakları ve eğitim hakkı konularının sağlam savunucusuydu. Ölümü, Afganistan’da kadınların politik bir pozisyon almasıyla yaşadıkları tehlikeleri ön plana çıkardı. Reuters, Shinwari’nin, göze batmamaya çalışmasına rağmen, yaşamının tehlikeye girdiği endişesiyle Afgan ve yabancı yetkililerden korunma talebinde bulunduğunu açıkladı. Shiwari "devlette çalışan her kadının hayatı büyük tehlike altında ve bu durum özellikle meclis üyeleri için daha da vahim" demişti. 

*ingilizceden türkçeye çeviride yardımcı olan @aipenk adlı twitter kullanıcısı ve Seda Özdil'e teşekkür ederim. Yazının orijinaline bu linkten ulaşabilirsiniz.


Bu 8 Mart belki de hayatımın en güzel hediyesini aldım. Birazdan bunu sizinle paylaşacağım ama önce izin verin biraz hikayesini anlatayım. Eylül ayında yeni bir şehirde yeni bir hayata başlamış ve ilk kez bulunduğum bu şehirde üniversitede ders vermeye başlamıştım. Şu an bunları yazarken bir dönemin nasıl da hızla geçtiğine ve aynı zamanda her şeye alışmak konusunda nasıl da büyük bir yeteneğimiz olduğuna şaşıp kalıyorum. Ama yine de kolay olmadığı da açık, bilenler bilir. Geçtiğimiz dönem bütün bu yerleşme ve alışma karmaşasıyla birlikte bir anda kendimi çok sayıda ders vermek zorunda kalırken buldum. En azından şanslıydım ki vereceğim derslerden birini belirlme şansım oldu ve doğal olarak bir feminist akademisyenin isteyeceği ilk şeyi yaparak toplumsal cinsiyet dersi açtım. Her ne kadar istediğim şey bu da olsa kendim açımdan işleri bir kat daha zorlaştırdığımı söylememe gerek yok tahmin edersiniz. Feminizm algısının bu kadar önyargılarla beslendiğini bir kenara bırakın, ataerkil ilişkilerin en yoğun şekilde etkili olduğu ve 4. sınıfa gelene dek bu konuda neredeyse hiçbir şey görmemiş genç bir topluluğa "dışarı"dan gelen genç bir kadın olarak toplumsal cinsiyet eşitsizliği anlatmak ve bir şeyleri değiştirmeye çalışmak hakkaten iyi bir  mücadele gerektiriyormuş ama en çok da sağlam bir bünye ve sinir kasları! Şöyle diyeyim, dönemin yarısına kadar her derste artık bugün klişe diye gördüğümüz bütün sorular, suçlamalar, önyargılar aklınıza ne gelirse biri bitmeden biri başlıyordu; adeta her gün başımdan aşağı tüm önyargılar boca ediliyordu. Her günün sonuysa karışık hislerle ama en çok da büyük bir çaresizlik ve karamsarlık duygusuyla bitiyordu maalesef. Ve hep aynı sorular kafamda yankılandı haftalarca, nasıl değiştireceğiz bu önyargıları ve nasıl mücadele edeceğiz bunca şeyle? Tam bir şeyler değişmeye başlıyor diye umutlanırken birinin çıkıp ama hocam siz de hep kadınlardan bahsediyorsunuz, ne zaman erkeklerden konuşacağız diye sormasıyla sevincim kursağımda kalıyordu. Şimdi bunları anlatırken yüzümde bir gülümseme beliriyor mütemadiyen çünkü evet size mutlu sonla biten bir hikayem var! Hem benim hem öğrenciler için çok zorlu geçen bir dönemin sonunda çok yol katettik, birlikte tartıştık, kavga ettik, kimi zaman vazgeçtik kimi zaman korktuk ama en azından büyük bir çoğunluğuyla karşılıklı birbirini anlamayı ve öğrenmeyi becerebildik sanırım. Bugün bakıyorum, çoğu kadın öğrencinin sesi daha çok ve daha güvenli çıkıyor, bir çoğu -öye bir kaç tane değil!- kadın konusunda okuma yapıyor, çalışmalara katılıyor, ve hiç beklemediğim şekilde çevrelerine feminizmi anlatmaya çalışıyor. Bu aralar en çok duyduğum soru bu misal, hocam bu feminizmi nasıl anlatıcaz biz bu insanlara, hep yanlış biliyorlar! Erkek öğrencilerle de durum hiç fena değil, bir çoğu bugün kendi erkekliklerinin daha farkında ve bunu daha sorgular halde. Çoğu zaman ikili üçlü gruplar halinde bunun üzerine sohbet ediyoruz, ailelerinde ve/ya arkadaş çevrelerinde yaşadıklarından örnekler vererek benim için de yeni olan sorular soruyorlar. Geçen dönem boyunca sosyal medyada bu tür anekdotlar paylaşırken, bir kadın arkadaş "insan başka ne için yaşar ki!" demişti. Şu an bu söz bana o kadar doğru geliyor, öyle derinden hissediyorum ki bunu; evet, bir insan hele de feminist bir kadınsa daha ne ister ki! Çünkü bu olduktan sonra her şey mümkün, yani hayatı yaşanılır hale getirebilme imkanı kısaca.

Sözü daha fazla uzatmayayım, gelelim paylaşmak istediğim hediyeye. Buraya kadar anlattığım, hikayenin benim tarafımdan yaşanan  kısmı, bir de bunu öğrencilerden birinin ağzından dinleyin. İşte hediye dediğim şey bu, dersi alan kadın öğrencilerimden biri toplumsal cinsiyet dersiyle birlikte yaşadığı değişime ilişkin muhteşem bir yazı yazmış. Aslında paylaşıp paylaşmamak konusunda epey tereddüt ettim, hatta bu yüzden biraz kişisel ayrıntıları çıkarması ve dersi öne çıkarması konusunda değişiklikler yapmasını istedim. Çünkü burada en çok paylaşmak istediğim şey toplumsal cinsiyet dersinin ne kadar önemli olduğu ve böyle bir dersin -zorunlu ders olarak- verilmesinin ne çok değiştirme imkan ve gücü taşıdığı. Çünkü son dönemde bu konuda feministler, kadın hareketinden kadınlar müfredatlarda bu dersin olması talebini dile getiriyor, hatta yakın zamanda bir üniversitede bununla ilgili imza kampanyası başlatıldı. İşte tam da bu tartışmalara bir katkı mahiyetinde, iyi bir örnek oluşturması adına bu yazıyı paylaşmak istiyorum. Ve hepimizin bu zor, karanlık günlerde iyi bir şeyler duymaya ve umut etmeye ihtiyacı var düşüncesiyle.. Umuyorum hepinize bana geldiği kadar iyi gelir.


Bundan sonrasında söz, sevgili öğrencim Suzan Karaoğlan'ın,

"Her şey yeni bir dersin programımıza dahil edilmesiyle başlamıştı. Sosyoloji bölümüne feminist ve gözü kara bir hocanın geleceği dedikodusu bütün öğrencilerin dilindeydi ve itiraf etmek gerekirse hepimiz ne ile karşılaşacağımızı bilmediğimizden hem biraz çekinmiş hem de heyecanlanmıştık. Toplumsal Cinsiyet dersini almak ve dersin hocası ile tanışmak sanıyorum ki hepimizin hayatında kalıcı ve anlamlı bir değişikliğe yol açtı. Evet, bu durum hiç şüphesiz hayatımızın seyrini değiştirdi. Birçoğumuza “ dünyaya bir daha gelseydim yine sosyoloji okurdum” u dedirtti. Biz artık eski Zozan, eski Zehra, eski Sevgi, eski Mesut, eski Şilan, eski Rıdvan vd. değildik. Gerçekliğin bütün çıplaklığıyla, bütün çelişkileriyle ve bütün ikiyüzlülüğüyle tanıştık. Bu tanışıklık başta bizi memnun etmedi, rahatsız etti, aykırıydı çünkü hem de baştan aşağı aykırıydı. Bildiklerimizi, doğru saydıklarımızı, göz yumduklarımızı, ses çıkarmadıklarımızı hepsini ama hepsini reddediyordu gerçeklik. Avaz avaz bağırıyordu bu sefer, ben buradayım, görün beni, farkında olun diyordu tüm çirkinliğiyle ve tüm güzelliğiyle tüm solukluğuyla ve tüm görkemiyle, en önemlisi tüm acısıyla gerçeklik tam da önümüze konmuştu.

 “Ben bir feministim” demişti, ayağındaki erkeksi ayakkabısı ve boynundaki mor renkli şalıyla. “Ben bir feministim!”, evet açıkçası lisans hayatımız boyunca karşılaştığımız en tuhaf tanışma şekline tanıklık ediyorduk hepimiz. Haklıydı, bön bön bakıyorduk, şaşkındık ve nasıl bir davranış sergileyeceğimizi bilemiyorduk. Sezmiştik ta baştan beri, bu seferki çok farklıydı. Evet, farklıydı, kuralları diğer hocaların kurallarından oldukça farklıydı; Birincisi diyordu kadına bayan denilmez!!! Erkek düşmanı mıydı yoksa? Neden bizi buldu, Ne yapacağız? Ödev vermese bari, ne güzel mezun olacaktık, bir erkek düşmanımız eksikti vs. Sanırım bu söylemlerimiz kafamızın ne kadar karıştığını açıklamaya yetiyor. Sosyoloji bölümü dördüncü sınıf öğrencileri, Toplumsal Cinsiyet dersinin ilk haftasında sınıftan çıkarken kafasında birçok soru işaretiyle birlikte çıkmıştı. Ne olacaktı bundan sonra? Neydi o şimdi, hoca şov mu yapmıştı? Erkekler durmadan bize ne kadar şanslı olduğumuzu kendilerinin derse 1-0 yenik başladıklarını söyleyip duruyorlardı. Gerçekten öyle mi olacaktı?

Gerçekten öyle olmadı. Tek doğru tahminimiz bu seferkinin oldukça farklı olacağı yönündeki tahminimizdi. Derste diri diri, capcanlı gerçekler vardı. Toplum vardı. Tarih vardı. Siyaset vardı. Kadın vardı. Kadınlar vardı. Kadınlar ve erkekler vardı. Kadınlık ve erkeklik vardı. Gelenek, namus ve cinayetler vardı. Katil vardı. Masum vardı. Kader vardı. Kader var mıydı? Gözyaşı vardı. En kanlı şekliyle şiddet vardı. Yoksulluk vardı. Töre vardı. Emek vardı. Çocuk vardı. Sapına kadar kadın, sapına kadar toplum ve sapına kadar gerçekler vardı.

İçinde büyüdüğümüz toplumun tek tek bireyleri tarafından örüldüğümüzü, edindiğimiz kişilik özelliklerimizin bizden oldukça bağımsız bir şekilde şekillendiğini biliyorduk ama söz konusu cinsiyetimiz olduğunda onun toplumsal arka planına yeni yeni tanıklık ediyorduk. Cinsiyetin toplumsal ve tarihsel arka planı oldukça karanlık göründü gözüme. Kadınlık ve erkeklik değerlerinin oluşumu, kadınlık ve erkekliğe biçilen roller, atfedilen sorumluluklar toplumsal cinsiyeti doğuruyor, bu değerler ise çeşitli kaynaklar tarafından sürekli kendini yeniliyordu. Bu düzen, toplumu yönetenlerin kendi eliyle desteklediği, beslediği bir düzendi aslında. Dünden bugüne süregelen eril iktidarın içinde hep ikincil konumda olan, emeği sömürülen, değersiz kılınan, kimliği aşağılanan, sürekli acılara tanıklık eden ama bunların çoğu zaman farkında bile olamayan kadınların ne denli eşitsiz bir düzen içinde olduklarına yeni yeni tanıklık ediyordum. Üstelik bu eşitsiz düzen salt toplumu yönetenler tarafından değil, toplumu yönetenleri seçenler tarafından da destekleniyor, bu düzen bu şekilde varlığını idame ettiriyordu. Evinde, işyerinde, sokakta hayatının her alanında çeşitli şiddet türleriyle karşı karşıya kalan kadınlar sadece Türkiye’de de değil dünyanın dört bir yanında çığlık çığlığa olan sessizliklerini yeni yeni duyuyordum.

Bunları duymak, görmek ve hissetmek bana her şeyden önce bir kadın olduğumu hatırlattı. İçimde bir yerlerde sesini kıstığım neden kıstığımı anlayamadığım, çığlık atmasına izin vermediğim, çocuklukta kaldığını sandığım anılarım şimdi diri diri önümdeydi. Aman Allah’ım hepsi de ne kadar gerçekti. Ne kadar acıydı. Bu derste kulağımın duyduğu her şey beni o anılara götürüyordu. Annemizin, ablamızın ve kendimizin yaşamış olduğu o suskunlukları şimdi daha iyi duyabiliyor, daha iyi görebiliyorduk. Bu derste okunan her metinden sonra kendi hayatıma dönüp tekrar bakıyordum. İtiraf edeyim bu derse girmek canımı acıtıyordu. Çocukluğuma mı vereyim yoksa nedenini bilemediğim korkularıma mı, susmuştum ve unutmuştum veya unuttuğumu sanmıştım fark etmezdi. Oysa şimdi ne yapılabilirdi nasıl görmezden gelinebilirdi ki tekrar? Nasıl unutulabilirdi ki?

Unutulamazdı elbette, artık mümkün değildi, ben artık eski ben değildi. Lisans öğrenimimi tamamlamadan önce bu dersi almam hayatımın miladıydı belki de. Arkadaşlık ve aile ilişkilerim de bundan nasibini aldı. En çok da erkek arkadaşım ve babam. Bendeki akıl almaz değişimi yadırgıyorlar, birdenbire beni, annemin daha doğrusu annem üzerinden şiddet gören bütün kadınların avukatlığını yaparken buluyorlardı. Bana en zor gelen durum beni anlayamamaları değil, bunun zaman alacağının farkındayım elbette ama mevzunun ne denli hassas olduğunun bile farkında olmamaları, kadına yönelik her türlü gerici söylemlerin arkasına sığınmaları canımı çok sıkıyordu.
Değişime kendimden başlayıp, önce yakın arkadaşlarımı ve ailemi de buna dahil etmek istedim. En azından bunu kendime bir sorumluluk olarak kabul etmeliyim diye düşünüyordum. Çünkü dediğim gibi ben her şeyden önce bir kadındım. Hayatımızın her alanında bize engel olan bu eşitsiz düzenin, bizi sarıp sarmalayan acıların, insanlık tarihi boyunca değişmeyen kaderlerimizin önüne geçmek, bunun için önlerde durmak, sesimizi kısmak yerine ses çıkarmak, korkmak yerine öfke duymak, tüm bunlara ve karınca kararınca kadının var olma mücadelesine destek olmak için en azından küçük çapta bir değişime ön ayak olmak isteği doğdu içimde.

Bizde olduğu gibi, geleneksel değerlerin, yanlış dini söylemlerin hâkim olduğu, iktidarın erkeğin tekelinde olduğu toplumlarda bu minnacık değişimi bile yapmaya çalışmak ne güçtür, bilenler bilir. Önce kaldığım yurtta oda arkadaşlarıma derste okuduğum metinleri, makaleleri okumaya, onları bir şekilde uyandırmak için çalışmaya giriştim. Şüphesiz bu hiç kolay olmuyordu. Örneğin bir gün arkadaşlarımdan biri bana gelip, “kendime bir elbise aldım çok beğendim ama erkek arkadaşım bunun biraz daha bol durması gerektiğini söyledi, hiç giymedim geri mağazaya bırakacağım” diyordu. İşte böyle durumlarda insan hakikaten ne yapacağını şaşırıyor, hevesi kaçıp morali bozuluyor. Saatlerce tartışmışsın ama hiçbir işe yaramamış sanki. Ama yine de yılmıyorum, akşam oluyor ben bir yolunu bulup tekrar açıyorum tartışmaların kapısını. Sizce erkekler neden şiddet uygular, şiddet bir huy mudur, şiddet öğrenilen bir şey midir? En can alıcı soru; annen, ablan veya kardeşlerin, herhangi bir erkekten şiddet gördü mü? Veya sen? Cevap beklemiyorum elbette, yalnızca gözlerime bakmaları yeterli oluyor inanın, şiddete uğramış veya şiddete tanıklık etmiş birinin gözleri her zaman tanıdık gelir, aynı şeylere tanıklık eden gözlere…

Yeni yılın ilk günlerinde gerek dersteki başarım gerekse alanına duyduğum yoğun ilgiden ötürü dersin hocasından çok anlamlı bir hediye aldım: Bir kitap! Kitabın adı “Canına Tak Eden Kadınlar”. Yazarı Sibel Hürtaş. İtiraf edeyim bu kitapta olup bitenler beni oldukça etkiledi. Kitapta çeşitli illerde cezaevindeki kocalarını ve sevgililerini öldüren kadın mahkûmların acı dolu hikâyeleri yer alıyordu. Bu hikayelerde, kadın mahkumların suskunlukları kendi seslerinden ifade bulmuş, çaresizlikleri, boyun eğmişlikleri ve sonunda başkaldırışları dile getirilmiş. Hayatları boyunca başta cinsel olmak üzere birçok şiddet türüyle karşı karşıya kalan kadınların canına tak edişleri ve kocalarını veya sevgililerini öldürme noktasına nasıl geldikleriyle karşılaşıyorsunuz. Bu kitabı okuduktan sonra bir kez daha anladım, hiçbir suçun tek taraflı olmadığını. O kadınların hikâyelerini çoğu kez gözü yaşlı bir şekilde okudum. Yıllarca şiddet görmüş, kocasından kaçamamış, ailesi sahip çıkmamış, devlet her zamanki tutumunu sergilemiş ve sonunda canına tak etmiş kadınlar…

Kitabı okuyup bitirdikten sonra uzun süre etkisinden kurtulamadım. Öyle ki ilk zamanlar nereye gitsem kitabı da yanıma alıyor, bir türlü elimden düşüremiyordum. Oda arkadaşlarıma, sınıf arkadaşlarıma, misafir olduğum evlerde, nerde olursam olayım alıyordum elime kitabı, rastgele açıyordum bir hikâye başlıyordum okumaya. Medyanın bu türden olaylara karşı takındığı tavrı bir kenara itin, alın size gerçekler diyordum. Merak ediyordum tepkileri ne olur acaba, bu kadınları az da olsa anlayabilir miyiz, öldüreni değil öleni suçlayabilir miyiz diye. Tepkiler farklılık arz ediyordu bu noktada. Kimi sessizce dinliyor, kimi lanetler yağdırıyor kimi ise çok yabancı şaşkınlıkla hikâyenin sonunu bekliyordu. Bir arkadaşımın annesi bu hikâyeleri okumamamız gerektiğini, çünkü okursak üzülmekten başka elimizden bir şey gelmeyeceğini söylüyordu. Biz okudukça o endişesini saklayamıyor, içten içe kahroluyor gibiydi. Herkes hikayeler üzerine düşüncelerini, hislerini dile getirirken o yalnızca dalıyor, suskunluğa gömülüp hikayenin sonunu bekliyordu. Okunan hikayeler onu da derin bir kedere bürümüştü. Göz ucuyla birbirimize baktık ve kapattık kitabı, şiddetten bahsedemedik daha fazla.  Bir arkadaşım olayların iç yüzünü daha iyi anladığını, bu türden hikâyelerin her yerde, her ailede biraz geçtiğini söyleyerek kendi ailesindeki kadınlardan örnekler sıraladı. Bir diğer arkadaşım ne olursa olsun yaşam hakkının dokunulmaz olduğunu, bu türden olayların ölümle sonuçlanmaması gerektiğini belirtiyordu. Başka bir arkadaşım, kadınların içinde bulunduğu korkunç yalnızlığa değiniyor, yoksulluğun, çaresizliğin,  kimsesizliğin ve elbette değersizleştirilmenin bu denli yoğun olduğu hikâyelerin sonu başka nasıl olabilir, diyordu. Kimisi gelenekselci bakış açısıyla olaylara bakıyor, kimi dini boyutunu değerlendiriyor, kimi ise çekimser kalıyordu. Ama ne olursa olsun, nasıl bakılırsa bakılsın, bu hikâyeler bir noktada durup düşünmemizi, sorgulamamızı ve yaşadıklarımızla yüzleşmemizi sağladı.

Çoğu arkadaşım bu hikâyelerde geçen cinayetler için “yanlış biliyormuşuz, şimdi daha iyi anlıyoruz” dedi. Evet, yanlış biliyorduk, yalan biliyorduk, gerçeklerle bir ilgisi yoktu bildiklerimizin, ta başından beri hepimiz medyanın o korkunç tabiriyle onları “cani” olarak görüyorduk. Kocalarını öldürüp ardından “pişman değilim, keşke daha önce yapsaydım” diyen kadınların o korkunç çaresizliğini göremiyorduk.

Kitapta anlatılan bu hayatlar kalbimize dokunuyor. Hepsi aslında o kadar aşina olduğumuz, o kadar bilindik hikâyeler ki, tanıyoruz sanki o isimleri. Çevremizde o kadar çok Derya, Sakine ve Canan var ki, çoğumuz onların hikâyelerini okurken çok yakın olduğumuz birinin hikâyesini okuyor gibiydik aslında. Üstelik bu hikâyeler çerçevesinde konuşup tartışmamız, kendi hayatlarımızdan kesitler anlatmamız bizi birbirimize o kadar yakınlaştırdı ki sonrasında aramızda, hepimizin hissettiği güçlü bir dayanışma duygusu yeşerdi.


Toplumsal Cinsiyet dersini almış olmamızın en önemli sonucu, bu olayları en gerçek haliyle görebilmemizi sağladı. Üstelik yalnızca bu olaylara dair iyi bir tahlil yapabilme becerisi de değil, yaşamımızda olup biten ne varsa hepsinin iç yüzüne dair iyi bir okuma yetisi, eleştirel ve sorgulayıcı bir bakış açısı da kazandırdı. Bundan böyle artık bugüne dek kaçtığımız veya görmezden geldiğimiz gerçekleri konuşuyoruz; gerçekleri duymuyor belki ama yalan ve yanlışları daha iyi anlıyoruz..."



Hepimizi çocukluğundan itibaren hayatı boyunca derinden etkileyen, kişiliğine yön veren sayısız şey vardır. Yaşadığımız acılar, geçirdiğimiz hastalıklar, kazandığımız ve kaybettiğimiz dostluklar, aşk ve kalp kırıklarımız ve aynı zamanda inandığımız fikir ve ideolojiler ve daha aklımıza ilk anda gelmeyen ya da farkında bile olmadığımız nice şey. Ancak, bunlardan bazıları vardır ki asla es geçemeyiz; adeta bizi biz yapan şeylerdir, kişiliğimizin ben dediğimiz şeyin en temel parçaları. Sanırsam insan ömründen gün aldıkça bunları daha çok düşünüp fark ediyor. Bugünkü kendimden geçmişe doğru baktığımda bütün bu sayısız şeylerin arasında iki şey çok belirgin görünüyor. Bunlardan ilki, beni bir şekilde tanıyan, duyan, bilen herkesin az çok bildiği ve buradaki bio'mda da açıkça belirttiğim gibi feminist olmam geliyor. Sanırım benimle bundan daha fazla özdeşleşen bir şey daha varsa o da kızıl ırka ait olmam olabilir! Feminizm, nasıl desem anlatması o kadar kolay değil ama en kısa ifadesiyle bana hem kendimi hem dünyayı hem de onunla kurduğum ilişkiyi anlamamda vazgeçilmezim oldu yıllardır. Bana yaşadığım hayatı sadece anlamlı kılmadı, aynı zamanda orada kendimi var edebilmek için umut ve mücadele gücü verdi. Kendimi bugüne dek en çok feminist harekete ve kadın mücadelesine ait hissettim ve feminist eylem alanları en güçlü, en coşkulu olduğum yerler oldu. Haliyle her Mart ayı bir nevi benim bayramım sayılır, dünyanın neresinde olursam olayım 8 Mart'larda morları giyip soluğu alanlarda aldım. Bu 8 Mart da aynısı olacak, bulunduğum şehirdeki ilk 8 Mart'ım, yine, yeniden kadınlarla birlikte sokaklarda olacağım. Kadına yönelik şiddetin bu kadar arttığı, her fırsatta canımıza kastedildiği bu günlerde dünya kadınlar günü her zamankinden daha çok önem kazanıyor, çünkü bunca şiddete, baskıya karşı bizi güçlü yapacak bir şey varsa o da kadın dayanışması!

Yazının başında benim için önemli iki şey olduğundan bahsetmiştim, bunlardan ilki inandığım, savunduğum bir ideolojiyken ikincisi oldukça farklı birşey, epilepsi gibi zorlu bir hastalık. Aslında bu konuyla ilgili herhangi bir şey yazmak gibi bir niyetim yoktu ama yeni edindiğim bir bilgi sayesinde bahsetmek istedim. Daha önceleri benim için Mart demek yalnızca 8 Mart'tı, yani dünya kadınlar günü. Yakın zamanda öğrendim ki Mart, aynı zamanda epilepsi ile mücadelenin de ayıymış. Rastlantı bu ya mücadelenin rengi de ortak: Mor! Her yıl dünyanın çeşitli ülkelerinde epilepsi hastalığına yönelik farkındalığı arttırmak için 26 Mart'ta etkinlikler düzenleniyor, mor giyilmesi için çağrı yapılıyormuş. Maalesef bu ülkelerin içinde Türkiye görünmüyor listede, en azından şimdilik. Tahminim benim gibi çoğu epilepsi hastasının ya da bu hastalığa sahip yakınları olanların böyle bir günden haberi yoktur. Belki de önümüzdeki yıllarda biz de buna yönelik bir şeyler yaparız. Çünkü epilepsi oldukça zor ve zahmetli bir hastalık ve çoğu zaman kaynağını ve doğru tedavisini bulmak çok uzun zaman alabiliyor. Hayatımın liseli yaşlarını bu hastalıkla mücadeleyle geçirdim ve dört yıl çok yoğun krizler nedeniyle gündelik hayatımın nasıl alt üst olduğunu unutmam mümkün değil. Bu süreçte en zor şeylerden biri de sürekli bu konuda insanlara bir şeyler anlatmaya çalışmak çünkü çok az insan bu konuda doğru bilgi sahibi ve epilepsi hastası olduğunuzu duyunca size ayaklı ansiklopedi muamelesi yapabiliyorlar. Bunun yanında eğer benim gibi genç yaşta başınıza gelmişse kendinizi bu hastalıktan muzdarip tek kişi sanabiliyorsunuz ve haliyle çok yalnız hissettirebiliyor. Bu yüzden epilepsi için böyle bir farkındalık gününün olması hakikaten önemli bir girişim. Bulunduğunuz yerlerde çeşitli etkinlikler yapabileceğiniz gibi 26 Mart'ta mor giymeniz ve çevrenizdekilere bunun nedenini açıklamanız bile yeterli. Ben bu yıl Mart'ı mor mücadele ayı ilan ettim; ne diyelim bu da benim şansım olsun, en sevdiğim renkte buluşmuş iki ayrı mücadele! 






Özgecan Aslan'ın üç erkek tarafından katledilişinden beri ülkenin her yerinde eylemler yapılıyor. Kadınlar okulda, işte, sokakta bulundukları her yerde adeta sıradan hale gelen erkek şiddetine karşı olanca gücüyle haykırıyor. Öte yandan da sosyal medyanın her kanalında çok sayıda tartışma yürüyor. Bunlardan en çok öne çıkanlardan biri şüphesiz ki erkeklerin bu konuda neler yaptığı ve yapması gerektiği. Özellikle kadınların yaptığı eylemlere erkeklerin katılması ve eylem alanındaki tavır ve davranışları konusunda günlerdir çok sayıda kadın ve erkek yazıp çiziyor. Bunlardan özellikle sol cenahtan erkeklerin bazılarının yazdıkları benim gibi bir çok kadını ciddi anlamda rahatsız etti. Bana en çok koyan ise 3 erkek 1 kadına tecavüz etmiş, öldürmüş, yakmış ve böyle bir olay için protestolar sırasında bir kısım erkeğin kadınların öfkeli tepkilerine alınması, kızması ve bu hassasiyetlerini yazıya dökecek kadar önemsemeleri. Yani hakikaten bu kadar mı erkeklik egosu akılları felç etmiş olabilir? Düşünün ki annesi cenazede başka erkek eli değmesin diyor, kadınlarca taşınıyor tabut, ve sen bunun için yapılan eyleme gitmek istiyorsun ve gitmekle kalmayıp olanca sesinle kadınların sesini bastırıyorsun. En azından eylem alanında kortejin arkasından sessizce yürümek çok daha anlamlı olabilirdi.

Günlerdir bu düşünceler zihnimde dolanırken bugüne dek yazmamak için sabrettim, çünkü asıl önemli mevzunun yani sistematik hale gelmiş erkek şiddetinin ve özelde Özgecan'a yapılanların geri plana düşmesini istemedim. Bu sırada internette gezinirken Hindistan'da zamanında yaşanan ve bütün ülkeyi ayağa kaldıran otobüsteki toplu tecavüz vakasına karşı yapılan protestolar sırasında sol cenahtaki erkeklerin tutumuna yönelik bir erkek tarafından yazılmış bir eleştiri yazısı buldum. Ve ne kadar benzer deneyimlerin ve tartışmaların olduğunu bir kez daha gördüm. Şu an bizim yaptığımız tartışmalara katkı sunacağını düşünerek de çevirisi olsun istedim, sağolsun twitterdan bir arkadaş gönüllü oldu. Erkekliğe, tecavüze, ataerki ve bununla ilişki bir çok şeye dair güçlü bir eleştirel yazı okumak isterseniz buyrun derim:


Erkekler Ne Yapmalı? [1]

Oturduğum yerde sessiz sessiz yeni filmimi bitirmeye çabalıyordum. Dikkatimi dağıtmayacağıma ve elimdeki işe yoğunlaşacağıma dair kendime söz vermiştim; ama artık burama geldi. Tazyikli suyla püskürtüleceklerini ve demir coplarıyla polislerin peşlerinden koşacağını akıllarının ucuna bile getirmeyen kadınların çığ gibi aktığı, belki ve büyük ihtimalle en ihtişamlı protesto gösterisini erkeklerin gasp etme biçimini görünce hem şok oldum hem hayal kırıklığına uğradım. Bu protestonun, Delhi kentindeki birçok genç kadın için bir olgunlaşma anı olduğuna eminim.

Raisina Hill’de bir aşağı bir yukarı koşuşturan orta sınıf kadınlarıyla ve onların herhangi bir katkı sağlayıp sağlamadıklarıyla ilgili olarak dile getirilen sinizmin farkındayım. Elbette bir katkısı var. Ne zaman ki Chattisgarh’ta veya Orissa’da bir Adivasis'in[2] polis tarafından kovalandığını gördüklerinde, işte o vakit jetonları düşecek. Şimdiden başladı bile. Bugün, Lady Sri Ram Üniversitesi’nde okuyan 19 yaşındaki bir öğrencinin, Parliament Caddesi Karakolu’nda Delhi Polisi’yle yaşadığı arbedeyi anlattığı makalesini okudum. Yazısında oldukça ciddi biçimde şu soruyu soruyor: Delhi’de “arkası kuvvetli” üniversite öğrencilerine bu şekilde davranabiliyorlarsa, Hindistan’ın büyük şehirleri dışındaki bölgelerin kenar mahallelerinde kim bilir neler yaşanıyor? Binlerce genç kadının kendiliğinden Hindistan Kapısında toplanması ve annelerinin de onlara katılmış olması büyük bir olay. Ataerkiye karşı verilen savaş nedense hiçbir zaman sınıfa ve kapitalizme karşı verilen savaş kadar makbul bir statü kazanmadı. Burada işlerine geldiği şekilde unutulan nokta ataerki ile kapitalizmin arasındaki konforlu bağdır. İşin aslı şudur: Neyin makbul olup olmadığını erkekler belirlemektedir. Toplumsal cinsiyet meselesi, sınıf mücadelesinin destekçileri tarafından da büyük ölçüde göz ardı edilmiştir; bu da doğduğu andan itibaren sosyalist hareketin tüm dünyada gölge gibi ensesinden ayrılmamıştır. Hindistan’daki sol partilerin ve STK sektörünün ataerkilliği bu kurumların içinde açık bir sır gibidir. Bugünkü mevcut protestoların ön saflarında yer alan sol partilerin içinde yer alan genç kadın üyeleri, bana birçok kez erkek yoldaşlarından kadın düşmanlığına maruz kaldıklarını söyledi. Bana kalırsa yalnızca Hindistan devletinin başındaki kişilerin değil, tüm ataerkil etkilerden arınmış oldukları imajını vermeye çalışan, oysa söz konusu bu virüsün her yerlerine işlediği, diğer siyasi gruplardan tavır ve düşünce olarak hiçbir farkı olmayan sol parti ve parti dışı kurumların da artık cinsiyetçi, ataerkil ve kadın düşmanlığıyla kirlenmiş kafa yapılarını bir an önce bırakmalarının zamanı geldi.

Biliyorum, sol cenahtaki arkadaşlarımın birçoğu bu konuda bana karşı çıkacak; ama bu kurumların bir parçası olan birçok kadının sessizce benimle aynı fikirde olduğunun da farkındayım. Asıl odaklanılan mesele Delhi halkının büyük kesimini yerinden sarsan tiksindirici tecavüz vakası iken,  böylesi bir konuyu gündeme getirmeye çalışmam tuhaf ve uygunsuz görünebilir; lakin yanıtların peşinde koşmadan ve mevcut hükümetten ıslah edici tedbirler talep etmeden önce kendi kapımızın önünü temizlemeli ve hangi çarpıklıkları sumen altı ettiğimizi tespit etmemiz gerekiyor.

Delhi protestolarını analiz etmeye gayret gösteren yazılarda iki tip reaksiyon göze çarpıyor: İlki, onlar gibi olan birinin başına gelmiş bir olay nedeniyle çileden çıkan ve bunun pekâlâ kendilerinin başına gelmiş olabileceği korkusuyla kaleme sarılan bir grup orta sınıf çocuklar. Bu nedenle yaptıkları şey, ataerki ve onun tüm kötülüğünü sorgulamaktan ziyade, bir sınıf kardeşliği gösterisi.

Etrafta dönüp dolaşan ikinci bir fikir de şu eksene oturuyor: Tecavüz konusunu Gujarat, Kaşmir, Manipur ve dalit kadınları bağlamında uzun zamandır tartışıyoruz; ancak Delhi’de bu meseleyle ilgili daha önce çok fazla bir protesto gösterisi yapılmamıştı. Dolayısıyla mevcut protestolar tecavüzün gerçek yüzüyle ilgili olmaktan ziyade, net bir odağı olmayan, ölüm cezası ve çete kanunu gibi tehlikeli talepler barındıran bir çoluk-çocuk öfkesinden başka bir şey değildir.

Otuz yıldır Delhi’nin kaba tabiriyle sol politikalarını yakından takip eden ve sıklıkla da katılım gösteren biri olarak beni rahatsız eden husus, beraberimizde taşıdığımız ve altında kaldığımız görkemli ahlaki üstünlüktür. Buna göre her protesto gösterisi siyasi berraklık, doğruluk, sınıf yapısı bazında bilimsel bir sınamadan geçmek durumunda ve büyük bir başarı sağlamak zorundadır. Aksi takdirde tarihin çöplüğüne gömülür. Sınıf açısı bakımından nasıl bir sonuç elde edilir? Gujarat katliamıyla ve safran tugayının gerçekleştirdiği toplu cinsel saldırılarla ilgili hazırlanan tüm raporları bilmekte midir? Anti neo-liberal çizgide midir? Bu ülkede son kırk yılda yapılmış olan tüm toplumsal cinsiyet tartışmalarından haberdar mıdır? Ve elbette kendi sınıf konumlarının uygunsuz sorgulanması da her türlü sorgulamanın ötesindedir; zira dünyanın tüm sorunlarına yanıt verebilen bir din keşfederek kendilerini tüm günahlardan arındırmışlardır.

Bu fikirlere karşı söyleyeceğim tek bir şey var: Hızla cılızlaşan sol tarih çöplüğünün en dibinde yer alan yığına dönüşmek gibi gerçek ve ciddi bir risk altındasınız. Uyanın da balığa çıkalım, bir dostunuz olarak size verebileceğin en büyük tavsiyedir. Ataerki ve hoşnutsuzlukları, onunla ilintili sınıf mücadelesi kadar ciddi bir meseledir. Kadının baskı altına alınmasının, kapitalizmin ve özel mülkiyetin bir parçası olduğunu ve dolayısıyla onların son tahlilde özgürleştirilmesinin, baskıcı araçların ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağını hatırlatacak standart sol çizgisini bana hatırlatmaya çalışanlar olacaktır. Onlardan naçizane isteğim, devrimin gerçekleşmesini beklerken, kendi yaşamlarında ve partilerinde bir miktar değişiklik yapmayı düşünmeleridir. Kapitalizm onların evinde mi, ofisinde mi yoksa kalplerinde mi mesken tutuyor? İnsanların yarısı (Hindistan’da daha az!) kadınsa, onların rahat nefes alabilmeleri için ne diye kapitalizmin ortadan kaldırılmasını bekliyoruz ki?

Kışkırtıcı olabilir ancak kadın meselesinin neden daima sınıf meselesinin yanında figüran rolünü oynadığını ve yüzyılı aşkın bir süredir üretilmekte olan incelikli yorumlamalarına rağmen sınıf kelimesinin neden erkeğin hüsnütabiri olduğunu incelememiz gerektiğini düşünüyorum. Kadın adı altında homojen bir kategori yaratılamayacağının ve kadınların kast, sınıf, etnik köken vb. deneyimler çerçevesinde bölündüğünün farkındayım.İyi de o zaman ataerkiye ne diyeceğiz? Sınıf, kast vs. kadınları bölüp birbirlerinin karşısına atarken, ataerki onları birbirlerine bağlıyor. İşte bu nedenle sınıf, ırk ve kültür bağlamında erkekleri birbirine bağlayan ve paylaşım yaratan hususlarla ilgili bir yığın şenlikli literatüre sahipken, kadınları birbirine bağlayan literatürde derin bir sessizlik hakim. Erkekler ve kadınlar, sınıf, kast ve birçok sosyal tabakalar nedeniyle gruplara ayrılırken, ataerki kadınları birleştirir. Diğer tüm farklılıklarına rağmen erkekleri bir araya getiren tek sosyal olgu maskülinitedir. Sınıf, kast, siyasi düşünce ve etnik köken bağlamında, maskülinite ve onun kötülüğü erkekleri başka hiçbir şeyin yapamayacağı kadar güçle birbirine bağlar. Maskülinite, erkek bağının en büyük dışavurumudur ve ardında onun yüce değerlerini ve liyakatini göklere çıkaran ciddi bir edebi ve tarihi birikim bırakmıştır. Hindistan Kapısındaki genç protestocular, siyasi farkındalıkları bakımından makbul kategorisinde değillerse, o zaman onları sorgulayanların ikiyüzlü olduğunu belirtmekten imtina etmeyeceğim; zira ataerkiye karşı verilen mücadelede ne kendilerinden ne de temsil ettikleri gelenekten ödün vermektedirler.

Delhi Polisi'nin ne kadar mide bulandırıcı olduğunu ve kendilerinden kurumsal olarak toplumsal cinsiyet konusunda hassasiyet göstermelerini beklemenin ne kadar mânâsız olduğunu gayet iyi biliyoruz; ancak birey özgürlüğüne dair her türlü yanıtları bünyesinde barındırdığını iddia eden bu tür siyasi yapıların cinsiyetçi, kadın düşmanı, kadın-erkek karşıtı fikirlerden arındırılması çok ciddi önem taşımaktadır. Hükümetin ve devletin kirli çamaşırlarını herkesin gözü önünde ortaya dökmeye çalışırken, solun ataerkilliğini forumlarda bile değil, anca kapalı kapılar ardında, gizli olarak tartışmak istiyoruz. Bu ikiyüzlülük midemi kaldırıyor.

Kibar ve daha akademik terimlerle konuşacak olursak masküliniteyi, iktidarı kendine verilmiş bir hak olarak görmek biçiminde tanımlayabiliriz; ancak daha dürüstçe ortaya koyarsak bu bir patolojik durumdur. Delhi'de genç kıza ve arkadaşına uygulanan tecavüz ve saldırı ile ilgili yapılan tartışmalarda bazı yorumcuların öne sürdüğü gibi, özellikle cinsel saldırı veya şiddetin sınıf niteliği taşıdığı durumlarda maskülinitenin bir kriz içine düştüğünü öne sürmek bir süredir popüler bir nitelik kazanmış durumda; ancak işin aslı şu ki maskülinite zaten her zaman krizdeydi. Maskülinitenin krizde olmadığı tek bir dönem bile yoktur. Kendi değerini, kadınlık pahasına geliştirip yücelttiği için sürekli bir kriz durumundadır. Kadın cinselliğini kontrol altında tutma fikrini saplantı haline getirmiştir. Erkek olmanın otomatik olarak iktidar getirdiğini kanıksamıştır. Bir dizi ayrıcalığı kendi bünyesinde toplar; sonra da bunları sınıf, kast, cinsel yönelimi vs. esas olarak erkekler arasında bir güzel paylaştırır.

Bu ayrıcalıkların paylaşımı konusunda erkekler birbirilerine karşı savaş verirler, ancak konu kadın meselesine geldiğinde birleşirler. Üstüne üstlük bu birlik, tüm sınıf ve siyasi grupları da kapsar; çünkü tıpkı bu protesto gösterilerini gasp edip polise taş atarak kendilerini ön plana çıkaran genç erkekler gibi, hem sağ cenahtan hem de sol cenahtan olsun tüm erkekler, kendi evlerinde, ofislerinde, kurumlarında, fabrikalarında ve siyasi kavgalarında daima evrenin merkezinde olduklarına, kendilerinin insanlığa bahşedilmiş, özel haklara ve ayrıcalıklara sahip özel birer armağan olduklarına inanır. Ve bu durum onlar için doğanın bir gereğidir; düşünmeye, kendinden şüphe etmeye ve özeleştiriye gerek yoktur. Özeldirler ve doğuştan iktidara ve yetkeye sahiptirler. Peki ya bu lanet şehirde kadın olmanın ve kamu alanlarında bulunmanın ne demek olduğuna dair bir gram fikre sahip değillerse? Peki ya kendi partileri ve kurumları, kadınların karşı karşıya kaldığı ayrım ve eşitsizliklerin korkunç birer yansımasıysa? Erkekler lider olmak ve önderlik etmek için doğmuştur. Dolayısıyla kadınların, sırf gündelik bir rutin olarak bu dinamiklere maruz kalmaları sebebiyle, bu meseleye önderlik etmeleri gerektiği düşüncesini bir an için bile olsa akıllarına getirmek onlar için imkânsızdır. Tecavüz ve cinsel saldırı tehdidi, bu şehirdeki kadınların bir gerçeğidir ve erkeklerin yaşadığıyla uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur.

Maskülinite hastalığı ilgili birçok rahatsızlığı beraberinde getirir:Bağışıklık ve dokunulmazlık bunun iki yan etkisidir. Yakın geçmişte devletin ve kurumlarının çatışma bölgeleri bağlamındaki dokunulmazlığı, aralıksız bir ilgi ve incelemeye maruz kalmıştır. Ancak gözden kaçan şey, cezasızlığın sistematik hale getirilmesi ve gündelik yaşam pratiklerinin bir parçası olmasına zemin hazırlayan eğitimin toplumsal cinsiyet alanından geliyor olmasıdır. Dokunulmazlığın ilk dersleri neredeyse bütün ailelerin erkek üyelerine öğretilerek başlar. Kızların ve kadınların aile yapılarından dışlanması, sosyal hayatın çok çeşitli bölümlerine de bu şekilde sızmış olur. Maskülinite, dokunulmazlığın meşrulaştırılması ve uygulamaya dökülmesi için ideolojik bir taban hazırlar. Erkeklerin, iktidarın doğal kaynağı olduklarını düşünmelerini mümkün kılar. Ve bu mefhum temel bir gerçek olarak kabul edildiğinde de, ortaya sadece suç değil, tüm gösterilere liderlik yapma hakkı da çıkar. Polise taş atmak da böylece doğal olarak yanında gelir. Böylece kadınlara karşı işlenen suçlar da daha kolaylaşmış olur; zira hakiki maskülen bir erkek olmak için kadına karşı kalbinde hem korku hem de öfke taşıması gerekir. Derler ki korku ruhu öldürür. Kadınlar ezelden beri maskülinitenin zehirli etkilerinden bahsetmektedirler. Artık zaman erkeklerin de, onların iyiliğini düşünmekten ziyade, disipline etmek, hataları cezalandırmak, statükoyu korumak ve her türlü adaletsizliğin en önde giden (üniformalı veya üniformasız) muhafızları olarak onlardan faydalanmak için birer kalkan gibi kullanıldıkları sistemlerin savunucusu sıfatını taşıyarak aslında kendilerine nasıl zarar verdiklerini fark etmesinin zamanıdır. Hizmetlerinin karşılığı olarak, kadınları aile içinde zapt etme ve baskılama hakkına sahip olurlar, ancak kamusal ile aile arasındaki bu sınırı korumak zor olduğundan, dışarıdaki kadınlar da maskülinitenin uygulanmasında birer hedef haline gelirler.

Son on gündür, Hindistan’daki tecavüz vakalarının ve tecavüz davalarının korkunç tarihini yeniden gözden geçirme fırsatımız oldu. Mathura’dan Soni Sori’ye, Kanun Pushpora’dan Manorama’ya, ülkenin dört bir yanındaki dalit kadınlarının günlük aşağılanmaları ve tecavüzlerinden Bilqees Bano’ya kadar, bu ürkütücü hikayeleri tekrar okuduk, tekrar yaşadık. Kişisel olarak bu olgunun doğasını gerçekten anlamanın tek yolu, bunun, maskülen egemenliği, toplumsal hınç, kast zapturaptı ve ulusal harita hayallerinin garantiye alınması da dahil birçok hedefe ulaşmak amacıyla kadınlara karşı başlatılmış bir savaş olduğunu kabul etmek. Tecavüz sadece seks demek değildir; kadınların bedenlerini, hem içine düşecekleri kişisel travma hem de görünür fiziki etkileri aracılığıyla bir mesaj iletecek şekilde işaretleme amacı güden bir saldırıdır.

Tecavüz, maskülinitenin uygulanması aracılığıyla nelerin başarılabileceğini gösteren bir bellek aynasıdır. Fallusun, mit üretme kabiliyetini yerine getirememesi, fallik ikamelerin kullanılmasını gerektirir: Maskülinitenin, erkekleri fallus aracılığıyla başarmaya ittiği kabiliyetleri daha kolay biçimde yerine getirmesini sağlayan sert, metalik araç-gereçler. Metal copların kullanımı, ağza sokulan silahlar, rektuma sokulan taşlar, deriyi yüzmekte kullanılan bıçakların, yanlış bir biçimde analiz edilerek maskülinitenin yaşadığı krizden ortaya çıktığı söylenegelmiştir. Oysaki bunlar maskülinitenin doğasında vardır.

Kadın düşmanlığı veya nefreti, maskülinite için kritik bir başlangıç noktası oluşturur. Maskülinite, tüm hiyerarşilerin kusursuz biçimde işlemesini sağlayan bir denetim mekanizmasıdır. Haki olarak, safran olarak ve hatta kırmızı olarak görünebilir ve daima şiddet tehdidi ile birlikte gelir. Ataerki tarafından hatalı kadınları cezalandırmakta kullanıldığı gibi, devlet yetkilileri tarafından Chattisgarh ve Orrissa’da protesto eden kabile halklarını zapturapt altında tutmakta da kullanılır. Kaşmir’in isyankâr halkına, onların zapturapt altında olduklarını hatırlatmakta kullanılır. Delhi caddelerindeki erkekler tarafından, kadınlara günah işlediklerini hatırlatmakta kullanılır. Ayrıca sol gelenek tarafından parti konumlarını hakimiyet altına almakta, kadın yoldaşlara hangi giyimin münasip olduğunu hatırlatmakta ve kadınlara, onların zamanının kapitalizm alaşağı edildikten sonra geleceği güvenini vermekte kullanılır. Yok daha neler! İşin daha da trajik yanı, maskülinitenin etkisi altında acı çekmiş olanların bile, kendi maskülinite versiyonlarını yaratıp, kendilerini onları zamanında baskı altında tutmuş olanlara benzeterek bu denetleme mekanizmasının ağına düşmesidir.

Delhi’de devam etmekte olan protestolar kolektif bir katarsis yaşama fırsatı, kadınların maruz kaldıkları günlük şiddetin vücut bulmasını, bir sese sahip olmasını olanaklı kılan bir an doğurmuştur. Bu bir yardım çığlığıdır. Serbest dolaşma hakkının öfkeli bir dışavurumudur. Onurlu yaşam ve tecavüz korkusundan kurtulma çağrısıdır. Peki değişen ne olacak? Buradaki ironi, söz konusu protestoların kurumsal siyasi gruplarca ve hatta belli kadın hareketi sektlerince düzenlenen ve kontrol eden bir protesto olsaydı, şu andaki muazzam sayıya ve tutkuya ulaşmasının mümkün olmayacağı gerçeğidir. Ancak organize olmayan doğası, onun bir anlamda önünü tıkayan bir engel de teşkil edebilir; ancak bu tip protestoların bireylerin yaşamlarını nasıl etkileyeceğini kestirmek kolay değildir. Basının tecavüzcülere idam ve hadım cezası gibi radikal taleplere odaklanması sebebiyle, Raisina Hill’den Vijay’e kadar uzanan bir coğrafyada tartışılıp paylaşılan daha az sansasyonel ancak daha geçerli ve yaratıcı beyanat ve talepler geri plana itildi.

Ani baskınlar, kurumların birdenbire gerçek doğalarını açık ettikleri çalkalanma zamanlarıdır. Protestocular için siyasi bağlantı kurma potansiyeli çok daha olası hale gelir. Ancak, bu bağlantıların bu protestocular tarafından mı kurulacağını bekleyip görmemiz gerekiyor. Noktalar bir araya gelerek 23 yaşındaki öğrenci Soni Sori ile Bilwees Bano’yu birbirine bağladı mı? Ancak bu noktalar, gerçek adaletsizliğin kökenine inmeyi başardığı anda protestoların işlevi sistematik bağlamda gün ışığına çıkacak, tıpkı Mathura tecavüz vakasında kadın hareketinin, yasanın ve adalet sisteminin şiddeti hafifleten mekanizmalar değil, aksine adaletsizliğin, cinsiyet ayrımının ve şiddetin yuvası olduğunun farkına varmasında olduğu gibi. İşte o zaman noktalar, safran tugayının neden Bilqees’i hedef aldığını ve Gujarat’taki diğer Müslüman kadınların ayrıntılarını açığa çıkarır; zira onların liderleri, tecavüz sonrasında bir kadının canlı bir cesetten başka bir şey olmadığına, ‘karşı tarafın’ kadınlarını zapturapt altına aldık ve kirlettik demenin kalıcı bir hatıratı olduğuna inanır. Kaşmir ve Manipur gibi çatışma bölgelerindeki tecavüzler, yerel halka kimin yöneten kimin yönetilen olduğunu açık etmekte kullanılan sembolik bir mesaj özelliği taşır. Dalit kadınları rutin olarak sözlü tacize, cinsel tacize ve tecavüze maruz kaldığında, bu onlara sosyal konumlarından ve kast sınırlamalarından çıkmak gibi bir hayale asla kapılmamalarını hatırlatmak amacı güder. 23 yaşındaki öğrenci, Delhi’de hareket halinde bir otobüste toplu tecavüze uğradığında, bu hareket Delhi’deki tüm kadınlara şehrin erkeklere ait olduğunu hatırlatma amacı güder.  Tecavüz, ataerki içinde birçok farklı işleve sahiptir; ancak hepsinin ortak bir noktası vardır: Erkekler, kadınları cezalandırmak için iş başındadır. Belki de en eski ataerki sporudur. Ancak, bu noktalar anlamlı şekilde bir araya gelmese bile, Delhi’deki genç kadınların protesto etme ve bu ülkenin erkeklerine, Hindistan Anayasası gereğince eşitlik garantisi verildiğini hatırlatma hakları vardır.

Hindistan Kapısındaki genç erkek ve kadınlar, tıpkı bir karnavalda olduğu gibi farklı bir düzenin nasıl olacağına, hem erkek olup hem de kadınların güvende olma hakkını savunabileceklerine ve ilgisiz yönetimlere karşı kadınlarla birlikte omuz omuza savaş verebileceklerine dair anlık bir sahne ortaya çıkarmışlardır. Protestolar şu âna kadar çok ciddi önem teşkil etti; zira hem ilk defa bu denli çok sayıda genç kadın kendini sokaklara attı, hem de yüzlerce genç erkek empati ve destek duygularıyla kadınların arasına katıldı. Ancak, bu genç erkeklerin birçoğunun sokaklarda ve söz alma anlarında liderlik etmektense takipçi olmaları gerektiğinin farkına varması gerekiyor. Protestoların kökünün, küresel olarak en kötü toplumsal cinsiyet indeksine sahip bir ülkenin hem kamusal hem de aile düzenini çok daha kabul edilebilir bir hale getirecek kadar derinlere indiğini ümit etmekten başka yapacak bir şeyimiz yok. Kısa vadede protestoların gücünün büyümesi ve şiddet eylemleriyle genç kadınları sokaktan kaçırıp sözde güvenli aile ortamına itmeye çalışanları da izole etmesi için dua edelim. Kadın grupları ve diğerleri, tecavüzcülere idam cezası ve çete kanunu uygulanması gibi radikal taleplerin problemli olduğunu belirttiler. Şimdi sırada, protestonun birleşik bir cephe halinde yanıt geliştirmesi ve Mathura tecavüz vakasındaki kadın hareketinin göstermiş olduğu gibi çok daha derin etki bırakacak talep ve beyanlarla ortaya çıkması gerekiyor. Sloganlar ve protesto yürüyüşlerinin yanı sıra evlerdeki, ofislerdeki ve siyasi gruplardaki maskülinitenin en derin biçimde sorgulanması, mevcut genç nüfusun ayaklanmasını, bağımsızlık sonrasın Hindistan’ın cinsiyet temelli şiddete karşı verilmiş en ciddi protestosu haline getirme şansı vardır.




[1] Yazan: Rahul Roy, Çeviren: Ali Ünal 
[2] Hindistan’da yaşayan bir etnik grup.
Metni ingilizcesinden okumak için: http://kafila.org/2012/12/28/what-do-men-have-to-do-with-it/