Hepimizin gönlüne su serpen, yüz binlerce kadının bir arada fotoğraflarını gördükçe içimize umut dolduran Trump'a karşı Kadın Yürüyüşü ile ilgili günlerdir çok sayıda yazı yazılıyor, paylaşılıyor. Kendi dertlerimizden, bitmeyen ülke gündeminden fırsat bulup da bir kaçını okuyabilirsek ne ala! Kendi adıma özellikle daha kenardaki sesleri, yani beyaz Amerikalı kadınların dışında kalanların yazdıklarına kulak kabartmaya çalışıyorum. Bu sabah, politik aklına, sağduyusuna çok güvendiğim, benim için tam bir feminist sista olan sevgili Kumru (Başer) ingilizce bir yazı paylaşmıştı; ben de akşam okurum diye kenara koymuştum. Tekrar okumak için girdiğimde ne göreyim, Kumru dayanamamış çevirmiş yazıyı; okuyunca dedim ki, iyi ki de çevirmiş çünkü kendisinin de ifade ettiği gibi, yazıda anlatılan deneyim "küçücük bir gezegende ne kadar benzer şeyler tartıştığımızı gösteriyor." #SiyahHayatlarDeğerlidir hareketinin önderlerinden Alicia Garza tarafından kaleme alınmış bu yazıyı ben de burada yayınlayayım istedim -ki herkes okusun çünkü bugün içinde bulunduğumuz karanlıktan bir çıkış yolu bulabilmek, farklılıklarımızla bir araya gelerek bir hareket inşa etmek için tam da bunları konuşmamız gerek.
Yazan: Alicia Garza*
Çeviri: Kumru Başer
Hepimizin farklı farklı yerlerden bir şey yapmamızı gerektiren bir anda, sinizme nasıl karşı duracağıma kafa yormaktayım.
Cumartesi günü yeni rejime muhalefetimi kayda geçirmek üzere Washington D.C’de bir milyonu aşkın kadına katıldım.
Ülke çapındaki bütün destek yürüyüşlerini de hesaba katarsanız ABD tarihinin bir gün içindeki en kitlesel hareketlenmesi olan Kadın Yürüyüşü’ne katılmak hem sembolik hem de zorlayıcıydı.
Bir çok siyah kadın gibi katılma konusunda çelişkiler içindeydim. Bir grup beyaz kadının açıkça1963’te Washington’da yapılan İş ve Özgürlük yürüyüşünden ilham alıp, ama bu tarihi benzerliğin adını anmıyor olması sinirime dokunmuştu. “İşte gene aynı şeyi yapıyorlar” diye düşündüm. Siyahların yarattığı bir şeyi alırken aynı zamanda siyahları yok sayıyorlar.
Daha başlamadan bitirmiştim. 2016’da yapılan başkanlık seçiminde beyaz kadınların yüzde 53’ü, toplumu geriye götürmeyi hedefleyen bir adama oy vermişti. Şimdi malı satın aldıktan sonra pişman olan alıcıya benzemiyorlar mıydı? Bizim halkımız (siyahlar) sokaklarda öldürülür, işsiz, evsiz, eğitimsiz bırakılır, hapisleri doldururken, bütün bu beyaz insanlar neredeydi? Herkes için özgürlük mü istiyordunuz, yoksa sadece kendiniz için mi?
Haftalarca kenarda durdum. Gruplarda yürüyüşe katılıp katılmaya dair tartışmaları, sosyal medyada “beyaz kadınların yürüyüşü”ne yönelik kuşkuları gördüm. Beyaz kadınların, bir gün hepimizin hakları için mücadele edeceğine ikna olmayan çokları yürüyüşe katılmamaya karar verdi.
Ne var ki vakit geçip, gelmekte olan Donald Trump yönetiminin gerçekliğini kavradıkça, bir şey için için beni huzursuz etmeye başlamıştı.
Bu ülkede iktidarı dönüştürmek için kitlesel bir hareket gerektiğine inanıyor muydum? Bu kitlesel hareketin çok ırklı ve çok sınıflı olacağına inanıyor muydum? Bu kitlesel hareketi inşa etmek için hep aynı üç beş kişinin ötesini de örgütlemek gerektiğine inanıyor muydum? Bunların hepsine inanıyorsam, oraya nasıl varacaktık ve bunun gerçekleşmesi için bana düşen neydi?
Mükemmel olmayan, benim değerlerimi benim gibi telaffuz etmeyen bir şeyin parçası olma konusunda, kendime de başkaldırmaya karar verdim. Aktivizmle yeni tanışan insanlara karşı samimi ve incinmeye açık, ama kararlılığımı net biçimde ortaya koyarak, yine de gidecektim.
Beyaz kadınları eleştirebilir ve aynı zamanda, aslında bütün hayatların değersizleştiği gerçeğine uyanan beyaz ve renkli (siyahların beyaz olmayan herkes için kullandığı bir kavram) kadınları bulup onurum, güvenliğim ve radikal politikalarımdan ödün vermeden, onlara katılabilirdim.
Sonunda Washington D.C. yürüyüşüne katılan tahminen 1 milyon ve dünyanın dört bir yanında yürüyen tahminen 3 milyon insana ben de katıldım. Hayatımda yüzlerce gösteriye gittim fakat bu, katılanların çoğunu tanımadığım ya da bilmediğim bir kaç gösteriden biriydi.
Balık istifi gibi sıkış sıkış gösterici kalabalığı arasında, hayatlarında ilk defa bir kitlesel gösteriye katıldığını söyleyen insanlarla konuştum. Daha önce de gösterilere katılmış, ama bir süredir hak elde etmek için gösteri yapma günlerinin geride kaldığını düşünen insanlarla da konuştum. Onları buraya neyin getirdiğini sordum. Hepimiz için ses çıkarmak istediklerini söylediler. Kendilerinin de saldırıya uğradığını fark etmişlerdi. Herkese değer verilen, herkesin güvenli olduğu ve ihtiyaçlarının karşılandığı bir dünyada yaşamak istiyorlardı. Başkan Donald Trump yönetiminin değerlerine kendileri gibi karşı çıkan, bu kadar çok insan olmasından etkilenmişlerdi. Çaresiz hissetmek dışında bir şey yapmak istemişlerdi.
O akşam, bir belediye binasında 700’ü aşkın kişinin katıldığı, 1100’ü aşkın kişinin de yedek listeye yazıldığı bir toplantıya katıldım. Siyahlar da vardı ama katılanların çoğu beyazdı. Toplantı salonunun yaklaşık yarısı Kadın Yürüyüşü’nün hayatlarında katıldıkları ilk kitlesel eylem olduğunu söyledi. Değişimin nasıl olacağını ve kendilerinin nasıl katılabileceğini öğrenmek istiyorlardı. Ve bu daha başlangıçtı.
O gece, sosyal medya hesaplarımı tararken, yüz binlerce insan için dönüştürücü bir deneyim olan bu yürüyüşü küçümseyen çok sayıda yorum okudum. Merak ettim insanları katılıma çağırmak yerine “siktirin evinize gidin” deseydim ne olacaktı? Gene de gelirler miydi? Gelmeseler fark eder miydi?
Öfke politik bilincimizi dönüştürmekte çok önemli bir rol oynar ve bu özelliğine gereken değer verilmeli.
Pembe örgü “pussy” (İngilizce hem kedicik hem argoda am anlamında) beresiyle yürüyüşe gelen beyaz hanım, müstakbel başkanın, “kadınları pussy’sinden (amından) yakalamak”tan sözlerine deli gibi öfkeli. Şimdiye kadar kenarlardan seyretmiş olsa da bir şeyler yapmaya kararlı.
Amerika’nın, göçmen işçi emeğine bağımlı olmasına karşın, kağıtsız göçmenleri kaçak bir hayat sürmeye zorlamasının yarattığı öfke, göçmen işçileri de harekete katılmaya yöneltebilir.
Bu ülkenin bizi insanlığımızdan mahrum edişine çılgınca öfkeli olan renkli Amerikalılar şimdiye kadar katılmadılarsa da şimdi harekete katılabilirler.
“Delirmek için çok sebebim var ve delirmeye hakkım var” diyen Solange’a katılıyorum. Fakat öfke tek başına yeterli değil. Bir şey inşa etmek ya da iktidarı almak için yeterli değil.
Öfke, Cumhuriyetçilerin hükümetin üç kanadını (Başkanlık, Senato, Temsilciler Meclisi – Çevirmenin notu) ve 32 eyaletin yasama meclislerinin her iki kanadının da kontrolünü ele geçirdikleri gerçeğini değiştirmeyecek.
Öfke, Öfke’nin kanunu kendi eline alan birilerinin topluluklarımızı terrörize etmesine engel olamayacağı gerçeğini değiştirmeyecek, ve öfke pek çoğumuzu rahatlıkla harcanabilir addeden ekonomiyi değiştirmeyecek.
Bu ahlaki olmaktan çok, pratik bir mesele. Bizim, siyah, queer, feminist, parçalı, anti kapitalist, anti emperyalist ideolojimizi belki benimsemeyecek, ama daha iyi yaşamaya hakkı olduğunu bilen ve bunu elde etmek için mücadeleye hazır milyonlarca insandan oluşan bir hareket oluşturabilir ve kazanabilir miyiz?
 Eğer örgütlenme konusunda süper güçlerimizi harekete geçirebileceğimiz bir an olacaksa, o an işte bu an.
Siyahların ya da diğer renkli halkların beyazları suçlamaması gerektiğini savunmuyorum. Beyazların bir yere gittiği yok. Ama farklı düşünmeye ve eylemeye başlamazsak biz de bir yere gidemeyiz.
Yüz binlerce insan bir harekete katılmanın ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyor.
Bir harekete ait olmak için insanların değişemeyeceğine, dönüşemeyeceğine, haklı olmanın, birliktelikten, birbirine ihtiyacı olmaktan daha önemli olduğuna inanmak gerektiği mesajını verirsek kazanamayız.
Eğer hareketimiz bir güç inşa etmeyi ciddiye almıyorsa, o zaman kimin en radikal olduğu üzerine faydasız bir çabalama içindeyiz demektir.
Bu, hepimiz için, bir harekete yeni adım attığımız günlerdeki kendi halimizi –o süreçte bize sabır gösteren, bizimle hemfikir olmadığı halde ilişkiyi koparıp atmayan, kendi kibrimiz içinde debelendiğimiz anlarda bize bilgece gülümseyen (tecrübeli) örgütçüleri- hatırlamak için bir vesile olsun.
Ben hayatımı harekete adamadan önce kim olduğumu hatırlıyorum. Bana karşı çok sabırlı olan birini. Benim de bir katkım olabileceğini gören birini. Beni koparıp atmayan birini. Benim kararlılığımı artırmak için emek veren birini. Bana sorumluluk taşımayı öğreten birini. Bana yüzyüze olduğumuz sorunların kökünde yatan esas meselelerin farkına varmamı sağlayan birini. Beni gelecek vizyonumu ortaya koymaya teşvik eden birini. Beni hareketini bulmaya çalışan başkalarına ulaşma konusunda eğiten birini hatırlıyorum.
Bu ülkenin içinden geçmekte olduğu bu süreçte, kimse güvende değil. Bir çoğumuz şimdiye kadar hayatımızda nefret, ihmal ve aç gözlülükle tanıştık ama içine girdiğimiz dönem bildiğimiz hiç bir şeye benzemiyor.
Milyonların içinde olduğu, çeşitliliği kapsayan bir hareket inşa edebiliriz. Sınıf, ırk, toplumsal cinsiyet, yaş, yasal belgeler, din ve fiziksel engelli olmanın yarattığı farklılıkları enine kesen bir hareket yaratmamız gerekiyor.
Bir hareket inşa etmek sizinle hemfikir olmayan insanlara ulaşabilmeyi gerektirir. Daha basit söylemek gerekirse birbirimize ihtiyacımız var, liderliğe ve stratejiye ihtiyacımız var.
İnsanlara yüzlerce kere şimdiye kadar burada olmadıkları için şimdi de olmaya hakları olmadığını söyleyebiliriz. Fakat emin olun, bu bizi tek bir yere götürür: Hiç bir yere...
(*)Alicia Garza: Ulusal Ev İşçileri Birliği özel projeler müdürü. CA, Oakland’da yaşayan bir örgütleyici, yazar ve özgürlük düşleyicisi. 2013 yılında Trayvon Martin’in öldürülmesinden sonra gelişen Siyahlara karşı ırkçılığın bütün biçimleriyle mücadeleye odaklı #SiyahHayatlarDeğerlidir adlı uluslararası kampanyanın kurucularından.
Toplumda eğitimli erkeklerin bunları çok daha az yapacağı gibi genel bir kanı yerleşmiş olduğundan, üniversitelerde cinsel taciz ve tecavüz başta olmak üzere her türlü erkek şiddetinin daha az olacağı bekleniyor. Ne büyük bir yanılgı! Üniversiteden yolu geçmiş her kadın, ister öğrenci ister çalışan, bilir ki yaşadığımız bu ataerkil dünyada hiç bir yer erkek egemenliğinden muaf olmadığı gibi üniversiteler de değil. Hatta tam da bu söz konusu genel kanı nedeniyle bu tür kurumlarda çok daha incelikli ve gizil ve en çok da ikiyüzlü formlarıyla erkek şiddeti hayat buluyor. Özellikle genç kadın akademisyenler ya da akademisyen adayları, eril akademinin görünmez kurallarıyla bir çok alanda kontrol ve denetime maruz kalırken, aynı zamanda çevrelerindeki erkeklerden –arkadaş, meslekdaş, profösör, idari görevli vd. aklınıza kim gelirse- cinsel taciz ve istismara uğrama riskiyle karşı karşıya. En önemlisi ise bu tür olaylar maalesef münferit vakalar olmayıp akademik kültürün bir parçası halinde; ve üstünün örtülmesi, ya da sessiz kalınarak yok sayılması ise adeta yerleşmiş bir gelenek. Tacize uğrayan bir kadın, hele de genç bir öğrenci ya da asistansa, olur da söyleyecek cesareti bulursa buna herkesi inandırması, ikna etmesi gerek. Bunu yapan alanda sözü geçen, ünvanlı ya da yaptığı çalışmalar veyahut eleştirelliğiyle bilinen bir erkekse düşünün durumun vahametini; onun karşısında bir genç kadının sözünün ne kıymeti olur ki?! Kimisi duymak istemez, kimisi duymazdan gelir, kimisi duyup inanmaz, hayatta yapmaz o der; ve çoğunluk ise duyup bilse de aman başımız ağrımasın diyerek hiç bir şey olmamış gibi davranıp uzak durur. Şiddet hayatımızın her köşesine ince ince sessizlikle böyle siner. Ve işte aslında tam da bu tür şiddet, yani sessiz kalınarak üretilen şiddet, tacize ve/ya cinsel istismara uğrayan kadınlara asıl öldürücü darbeyi vuran şey olur çoğu zaman; bu eril kültürün devamı için değirmene en çok su taşıyandır kısaca.

Yakın zamanda bu olayları tekrar düşünmemizi, tartışmamızı sağlayan önemli bir olay oldu. İngiltere’de bulunan University of London'a bağlı Goldsmiths Enstitüsü’nde on yıldan fazladır çalışan feminist profesör Sara Ahmed çalıştığı üniversitede cinsel tacize karşı çözüm üretilmediği için işinden ayrıldı. Son bir kaç yıldır öğrencileriyle birlikte cinsel tacize karşı kurumsal düzeyde çözüm üretilmesi için girdikleri mücadelede neler yaşadıklarını tane tane anlatıyor Sara Ahmed istifası üzerine yazdığı mektubunda; nasıl görmezden gelindiğini, seslerinin nasıl bastırıldığını ve en çok da sessizliğin bu süreçte şiddet olarak nasıl bir işlev gördüğünü.

Bir çok gazetede ve internet sitesinde yayınlanan bu mektubu ingilizcesinden ilk okuduğumda bir süre etkisinden çıkamadım, bazı cümlelerin tekrar tekrar üzerinden geçtim. Yaşanılan deneyimin bizim için ortaklığı bir yana, sevgili Sara Ahmed’in cinsel tacizle mücadeleye ilişkin çok yerinde tespitleri, sorgulamaları kadar bunları kelimelere adeta hayat verircesine dile getirmesi beni derinden etkiledi. Bu sebeple bu metnin türkçede olmasını ve başkalarının, özellikle de genç kadınların okumasını çok istedim. Çünkü biliyorum ki bu mektupta yazanlar, üniversitelerde okuyan/çalışan bir çok kadının yaşadığına karşılık geliyor. Akademide cinsel taciz başta olmak üzere erkek şiddetini dert edinen ve bununla mücadele etmeye çalışan feminist kadınlar olarak sesimizin daha gür çıkması ve bunun üzerine birlikte daha çok kafa yormamız ve mücadele alanları geliştirmemiz gerek. İşte bu mektup tam da bu anlamda meseleyi politik sorumluluk ve feminist eylem açısından düşünmemiz için önemli bir imkan sunuyor.

Mektubun sonlarına doğru Sara Ahmed iz bırakmamız gerektiğinden bahsetmiş, olanların izlerini. İstifasıyla ve sonrasında yazdıklarıyla yapmaya çalıştığı aslında tam da bu. Bu yazıyı yazarken twitterda şöyle bir fotoğrafa rastladım, kan kırmızısı harflerle tahminen Ahmed’in çalıştığı fakültenin duvarına “sara ahmed nerede” diye yazılmış. Sanırım Ahmed’in çağrısı bundan daha iyi karşılık bulamazdı. İstifa etmek her zaman vazgeçmek midir, hiç sanmıyorum; çünkü sesini duyurmak için bazen kalmak gerekir bazen ise -istemeyerek de olsa- gitmek. İşte Ahmed’in istifası üniversitelerde cinsel taciz konusunda etrafımızı saran sessizlik duvarını delmek için fırlatılmış çok güçlü bir taş mahiyetinde. Ne yaparlarsa yapsınlar O’nun izi asla silinemeyecek, ve hep bir yenisi eklenecek.

Sizi mektupla baş başa bırakmadan önce son bir not, ingilizceden türkçeye çeviriyi sevgili arkadaşım Petek Onur yaptı; sevgili Aksu Bora çeviri metni son bir kez gözden geçirdi ve bana da bu girişi yazmak düştü. Bundan sonrasında, söz Sara Ahmed’in..




SÖYLEMEK


Meslektaşlarım ve oyunbozanlar[1],

İşimden istifa etme kararımla ilgili yazımı paylaştığımdan beri çok büyük bir destek ve dayanışma gördüm. Yorum yazan ve bana mesaj gönderen herkese teşekkür etmek isterim.

İstifa etmek zor bir karardı. Bu kararın nedenlerini paylaşmak benim için önemliydi: İstifamın hem feminist bir protesto hem de feminist bir kendine değer verme eylemi olduğunu göstermek.

Açıklamamın üstü kapalı ve kısa olduğunun farkındayım. Bana (meslektaşlarıma da olduğu gibi) ayrıntılar soruldu: Hikâyeyi anlatmam, neler olduğunu insanlara söylemem istendi. Bu ricaya yanıt olarak birkaç söz söylemem gerek. Anlatamayacağımız şeyler olduğunda bile, anlatılmamış çok fazla şey bırakmak zorunda olduğumuzda bile, açıkça söylemenin neden önemli olduğuna dair birkaç söz etmeliyim.

Çalıştığım üniversitedeki cinsel taciz sorununu ilk defa üç yıl önce, bir meslektaşımdan duydum. Konuşmayı dün gibi hatırlıyorum. Anlattıklarıyla sarsılmıştım. Hikâye, iki soruşturmanın ardından üniversiteyi bırakan bir kişiyle ilgiliydi. Fakat o konuşma beni başka konuşmalara yönlendirdi: Hem yönetimle hem de en önemlisi, öğrencilerle. Cinsel taciz sorununun boyutuna dair bizi alarma geçiren, öğrencilerdi. O zamandan beri dört soruşturma oldu. Ondan önce iki soruşturma olmuştu. Dört öğretim üyesiyle ilgili altı soruşturma: En azından benim bildiğim kadarıyla.

Sayılardan bahsediyorum çünkü bize bir şey öğretiyor: Cinsel tacizden bahsederken konu ne bir ya da iki ayrıksı kişi hatta ne de ayrıksı bir kurum. Konu, akademik kültürün bir parçası olarak sıradanlaşmış ve normalleşmiş cinsel taciz.

Konuşmadığımız şey hakkında konuşuyoruz.

Dolayısıyla, “cinsel taciz sorununu ele almadaki başarısızlık”tan bahsettiğim zaman, hiçbir şeyin yapılmadığını kastetmedim. Neticede soruşturmalar oldu. Ama bu soruşturmalar, cinsel taciz sorununun bir kurumsal sorun olarak sağlam ve anlamlı bir biçimde ele alınmasına yol açmadı. Bu konuda politika geliştirme girişimlerimiz ve politika değişikliklerimiz olduğunda da bu genel tartışmaya açılmadı.

Son üç yılda hem kendi fakültemde hem de diğer üniversitelerde birçok kişi başına gelen cinsel tacizi benimle konuştu. Bu konuşmalar aracılığıyla bir şeyin farkına varmaya başladım: Üniversitelerde çok sayıda cinsel taciz vakası yaşanıyor ama bu vakalarla ilgili bir kamusal arşiv kaydı yok. Sanki buharlaşıp kaybolmuşlar. Doğrudan etkilenen kişiler dışında hiç kimse onlar hakkında bir şey bilmiyor. Bu vakalar iz bırakmadan nasıl kaybolur? Neredeyse bütün vakalarda bu böyle. Çünkü soruşturmalarda gizlilik hükümleri işletiliyor. Bu hükümler, örgütün itibarını korur, böylece kimse ne olduğunu öğrenemez. Tabii korunan genellikle tacizcidir: Sicilinde leke olmaz, hayatına devam eder. Tacize uğrayan ise her zamankinden de yalnızdır (taciz zaten bizatihi yalnızlaştırıcıdır). Sessizliğe terk edilirler. Sessizlik, bir başka darbedir; yaşamayanın bilemeyeceği bir duvar (çünkü sessizlik kayda geçmez; söylenmeyeni duymadığınız için).

Ve bir diğer sonuç: Sorunun boyutunu bilmemizin hiçbir yolu yok.

Sorunun boyutunu bilmemizin hiçbir yolunun olmayışı, sorunun boyutunun göstergesi.

Yarın “Arşivler Önemlidir” konferansımızda gizlilik ve arşivlerle ilgili birkaç söz söyleyeceğim. Cinsel taciz vakaları gizlilikle sarmalandığı zaman, bir arşivimiz olmaz; olup biteni anlamamızı sağlayacak belgelere, materyallere erişemeyiz. Çok fazla eksik vaka var, bu işin içine girdiğimden beri daha da fazlasını öğrendim. Bir arşiv oluşturacaksak, bir kurumun yönetmeliklerini izlememeliyiz. Ve bir kurumun yönetmeliklerini izlemezsek, belgelediğimiz zararın nedeni haline geliriz. Buna yanıt şu olacacaktır: Zararı sınırlamak. Zararı sınırlamanın yolu çeşitliliği sağlamaksa, ırkçılık üzerine çalışmamda açıkladığım gibi, o zaman zararı sınırlama, konuşmayı kontrol etme şeklini alır: Şiddet hakkında konuşan insanların duyulabilecekleri yerlerde konuşmalarını engellemeye çalışmak.

Zararı kontrol altına almak, zarar görmüş olanları kontrol altına almaktır.

O bir şikâyet olarak duyulur. Şikâyet olarak duyulduğunda, aslında kendisi olarak duyulmaz.

İşitmenin yokluğu, üreticidir. Sessizlik, taciz ve istismar kültürünün yeniden üretilmesini sağlar. Şiddetten söz etmediğimiz zaman şiddeti yeniden üretiriz. Şiddete dair sessizlik, şiddettir.
           
Sessizlik içinde giden birçok öğrenci oldu. Kalabilselerdi ne söyleyeceklerini hala bilmiyoruz.

Kayıp belgeler; kayıp insanlar. Ne kadar çok şeyi kaybettiğimizi bilmiyoruz.
           
Sessizlik.
           
Bir kurumun bu konuda resmi bir tutumu yoksa, mesele sadece kimsenin ne olduğundan haberdar olmaması değil, zaten buna gerek olmamasıdır. Kişilere bilmeme izni vermişsiniz demektir. Ve sonra konuşma küçük alanlarla sınırlanmış hale gelir: Bizim oluşturduğumuz gibi feminist merkezlerde. Bu alanlar önemlidir: Sığınak haline gelirler; yaşam hatları, gidilecek yerler.  
           
Ama şunlar da doğru olabilir:
           
Konuştuğumuz zaman dinlemek zorunda değiller.

Ve hatta:

Konuşuyoruz, böylece dinlemiyorlar.

Ve son üç yılda sessizlikle uğraştık, sorunun etrafında dolaştık, mührü kırmaya çalıştık, iletişim kurmaya, ulaşmaya çalıştık. Daha genel ve ortak bir konuşmanın, olanlar hakkında bir konuşmanın devamını sağlamaya uğraştık.

Hiçbir şey. Sessizlik. Hâlâ.

Üstelik tacize uğramışlar açısından tacizin tarihi öylece ortadan kaybolmuş gibi. Tacize meydan okuma tarihi de (ki bu çoğunlukla kendini tacize uğramaya yeni baştan açmak demektir) onunla yok oluyor. Hiçbir şey olmamış gibi. Yanlış bir şey olduğuna dair belli belirsiz bir fikri olanlar, bu yanlışın halledilmiş olduğuna dair de belli belirsiz bir fikir ediniyorlar. Aslında ilgililer gitse de, yanlış devam ediyor. Kişiler yerlerinde duruyor (genellikle de yönetici konumunda olanlar), ilişki ağları canlı, yapılar veya süreçler hiçbir soruşturma olmadan devam ediyor.

Ve sorunlar yeniden ortaya çıkıyor. Ve şikâyetler tekrar görmezden geliniyor.

Gizlilik hükümleri cinsel tacizi konuşamayacağımız anlamına gelmez ve gelmemeli. Tersine, cinsel tacizi konuşmak zorunda olduğumuz anlamına gelmeli. Bu konuşmaya katılmalıyız, çünkü zor. Birbirimize karşı bir sorumluluğumuz var; eğitimciler olarak öğrencilerin gelişimini, öğrenmelerini sağlayacak bir ortam yaratma sorumluluğumuzla aynı sorumluluktur o.

Dahası var. Gerçekten açıkça konuştuğunuzda, bir sorun olarak görülürsünüz, sanki sorun sırf siz ondan bahsettiğiniz için varmış gibi. Sanki siz ondan bahsetmeyi bir bıraksanız, sorun ortadan kalkacakmış gibi. Bu zorluğu daha önce anlatmıştım: Bir sorunu ifşa etmek, nasıl o sorunu yarattığınız izlenimi doğurur. Üstelik sadakatsizlikle –söylemeye çalıştıklarınız yüzünden itibarı zedelemekle, hatta feminizme zarar vermekle suçlanırsınız; her şeyin ve herkesin itibarını zedeliyormuşsunuzcasına.

Fakat yine de konuşmalıyız: Zarar veren şey, sessizliktir.

Ve son üç yıldır cinsel taciz sorunu üzerinde birlikte çalıştığım öğrencilerime herkesin huzurunda teşekkür etmek istiyorum. Her ne kadar olanlar henüz resmen tanınmasa da, her ne kadar yıkılması gereken birçok şey yerinde kaldıysa da, çok fazla şey başardınız ve biliyorum ki gelecek birçok öğrenci sizin titiz emeğinizden yararlanacaktır, bazı öğrenciler hâlâ aynı şeylerle karşı karşıya kalıyor olsalar bile.

Bazı konularda kesin bir fikrim yoktu; hala da yok. Umuyorum ki zamanla ve destekle, daha net fikirler oluşturabiliriz. İz bırakmamız gerek. Daha fazla iz. Olanın izleri. Bunun olmasını nasıl engelleyeceğimizi öğrenmek için, ne olduğunu konuşmamız gerek.

Yakında çıkacak kitabım Living a Feminist Life’tan (Feminist Bir Hayat Yaşamak) bir bölüm olan “Feminist Snap”e (“Feminist Kopma”) istifamla ilgili bir paragraf ekledim.

Sonuç mahiyetinde ve teşekkürlerimle onu paylaşayım.

Katlanmam beklenen şeyler çok fazla gelmeye başladı; yaptığımız işe destek verilmemesi, durmadan çarptığımız duvarlar. Ayrılabilecek maddi kaynak ve güvenceye sahiptim. Ama yine de kolum kanadım kırılıyor gibi hissettim: Sadece bir işten veya bir kurumdan ayrılıyor gibi değil, bir hayattan, akademik hayattan da ayrıldığımı hissettim; sevmiş olduğum bir hayattan, alışık olduğum bir hayattan. Ayrıca o ayrılma eylemi bir tür feminist kopmaydı: Daha fazla katlanamadığım bir an oldu, herhangi bir yere varmamızı engelleyen o duyarsızlık duvarları; başarmamızı engelleyen o duvarlar. O bağ bir kez koptuğunda, çoktan kırılmış olan bir şeye tutunmaya çalışmış olduğumu fark ettim. Belki kurumla ilişkim Silas’ın su testisiyle [2] olan ilişkisi gibiydi: Kırılan parçaları bir arada tutmaya çalışsaydım, bir anıyla, artık olmayanın hatırasıyla baş başa kalacaktım.

İstifa kulağa pasif, hatta kaderci gelebilir: Kişinin kaderine boyun eğmesi [3]. Ama istifa bir feminist protesto eylemi olabilir. Kopmakla şunu diyorsunuz: Cinsel taciz sorununu çözmeye çalışmayan bir kurum için çalışmayacağım. Cinsel taciz sorununu çözmeye çalışmamak cinsel taciz sorununu yeniden üretir. Kopmakla şunu diyorsunuz: Katlanamadığım, katlanılmaması gerektiğini düşündüğüm bir dünyayı yeniden üretmeyeceğim.



[1] Oyunbozanlar anlamına gelen killjoys, Sara Ahmed’in bu yazıyı ve diğer yazılarını paylaştığı blog sayfasının (feministkilljoys.com) adında geçmektedir. (ç.n.)
[2] Sara Ahmed, National Women’s Studies Association Conference’taki 13 Kasım 2015 tarihli “Feminism and Fragality” (“Feminizm ve Kırılganlık”) başlıklı konuşmasına atıfta bulunuyor. Konuşmada George Eliot’un Silas Marner adlı romanında Silas adlı karakterin her gün kuyudan su taşımak için kullandığı ve en değerli eşyası olarak gördüğü testisinin kırılmasıyla ona yüklediği anlamların da kırılmasından ve testinin bu anlamların bir anıtına dönüşmesinen söz etmiştir. (ç.n.). 
[3] Orijinal metinde geçen “resignation” (istifa) sözcüğü ve “resigning oneself to one’s fate” (“kişinin kaderine boyun eğmesi”) deyimi istifa etmek, çekilmek, teslim olmak anlamlarına gelen “resign” fiilinden türemiştir. Ahmed bu anlamlar arasında bir bağ kurmuştur. (ç.n.)





Geçenlerde 5Harfliler'de yayınlanan bir yazıda geçiyordu, sevgili Tezer Özlü 1980'lerin başında gündelik hayatın o denli soyut, gerçekdışı ve acı boyutlara ulaşması karşısında yazı yazmayı anlamı bitmiş bir eylem olarak tanımlamış. Bazen bir cümle içimizde onca birikmiş gün yüzüne çıkmayı bekleyen sıkıntıya, kedere karşılık geliverir, ağrıyan yanımıza dokunur. Epeyce süredir böyle bir ruh hali içindeyim, akademik iş nedeniyle yazdıklarım hariç bir şey yazmaya elim gitmiyor. Hani dertlenince bir anda kaleme, klavyeye sarılıp yazılan yazılar. Dertleniyorum dertlenmesine de, yazayım dedikten sonra yazsam ne olacak, ne anlamı var deyip bırakıyorum. Yakın bir zamana kadar 'yazmazsam çıldırırım' halet-i ruhiyesindeyken yazmanın anlamsızlığı noktasına geldim, bunu farkettiğim zamanlar kendime kızıyorum, sonra haberleri gördükçe içime içime patlıyorum öfkeden. Oysa ki bu öfkeyi tutmak lazımdı, bizi diri tutacak olan oydu. Ulrike Meinhof'ın bir bildiği olmalıydı değil mi, boşa demedi üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim diye. 


İşte bu yazıyı da böyle bir öfkeyi her kelimesinde bize hissettiren, hatırlatan bir kadın için yazıyorum, evet tabi ki Çilem Doğan. Her söylediği, her yazdığıyla beni derinden sarsan, kalbime kazınan o güçlü kadın. Dün Çilem'in davası vardı, Adana'da görüldü. 8 Nisan'a ertelenen davada Çilem'in tutukluluğunun devamına karar verildi, tabi ki şaşırmadık. Erkek yargı sağolsun, son dönem bu senaryoyu sık sık görüyoruz çünkü kadınlar daha fazla ölmek istemiyor, ölmemek için öldürmek zorunda kalıyor. Nevin'in o bakışlarını nasıl unutabiliriz, unutmak mümkün mü?! Çilem'in bir farkı varsa o da bunu açıkça söylemesiydi, hem de gözünü kırpmadan, lafını esirgemeden. Kendisine şiddet uygulayan eşini öldürdükten sonra "Hep mi kadınlar ölecek? Biraz da erkekler ölsün." lafı binlerce kadının hislerine tercüman olurken şüphesiz bu erkek toplumda kimileri için de epey bir şok etkisi yaratmıştır. Tabi haksız değiller, bu fikir yayılırsa ne olacak, daha fazla kadın canına tak edip erkekleri öldürürse bu toplumu ayakta kim tutacak? Oysa ki, kadınların hem kendilerini hem bu toplumu taşımaktan artık ayaklarında derman kalmadı. Erkekler her gün ama her gün kadınları öldürüyor, savaş demeden barış demeden karısını, sevgilisini, eski karısını veya hiç tanımayıp sokakta gördüğü, internette tanıştığı kadınlara durmaksızın tecavüz ediyor, onları aşağılıyor, dövüyor, öldürüyor. Çilem tüm bunlara uzun süre katlanıp, en sonunda ölmemek için kendisini fuhuşa zorlayan eşi olacak adamı öldürdü. Evet, bu topraklarda namustan öte bir şey yoktu değil mi? Namus için gerekirse can verilir, can alınırdı değil mi? Tabi, çifte standarlara doymayan ülkem, ancak ona da erkek karar verirse olur değil mi? Malum, namus temizlemek de erkek işi, öyle elinin hamuruyla girmeyeceksin bu işlere, sonra müebbeti alırsın. Aslında Çilem'in sözlerinin üzerine denecek bir şey yok, her şeyi o kadar iyi özetliyor ki. Bunlar bizim suçumuz değil diye kadınlara seslenirken, namus denilince sadece kadınları suçluyor bu sistem diyor, daha ne desin? 

Çilem'in davasının olduğu gün, rastlantı bu ya, Zonguldak'ta 9 yaşındaki kız çocuğuna tacizden yakalanan 72 yaşındaki Fikret A. çıkarıldığı mahkemede iyi hali, yaşı, ve 'samimi anlatımı'ndan dolayı tahliyesine karar verildi. Yanlış duymadınız, samimi anlatım, evet. Tekrar tekrar düşünseniz da cevap bulunacak sorulardan değil, gerçekten nedir bu samimi anlatım; yaptığı tacizi samimi bir şekilde anlattı da bu yüzden mi tahliyeyle ödüllendirildi?! Oysa ki, aynı gün içinde başka bir mahkemede Çilem Doğan yaşadığı kabus gibi hayatı anlatırken yeterince samimi bulunmadı anlaşılan. Defalarca koruma istediğini belirten Çilem, "Azrail evde canımı alacak gibi bekliyordu" sözüyle bile samimiyet testinden geçemedi. Eee ne diyelim, eğer kadınsan, çifte standartlar boy boy, seç beğen al.

Ama biliyoruz ki, bunlar ne kadar olursa olsun, kadın direnişini, kadın dayanışması da o kadar artıyor, Çilem'in mektubunda dediği gibi, korkuyorlar bizden: 
"Korkuyorlar bizden artık: Tacize uğradığında sessiz kalmayan bizden, kardeşlik bağımızdan, benden, Nevin’den... Asla yalnız değiliz. Bu kapıları ittire ittire açacağız. İçeride dışarıda iki kişi kalsak dahi yeter bize. Merhem olur o diğer kişi güç olur bize. 'Hep kadınlar mı ölecek' sözü kulağınızdan gitmedi, biliyorum. En az sorun yaşayana bile umut oluyoruz, inanıyorum. Annelerim, kardeşlerim, ablalarım asla yalnız olduğunuzu hissetmeyin. Yalnız değiliz, yalnız değilsiniz. Haklılığımızın sonuna dek arkasındayız. Gelecek günler hepimizin elleriyle gelecek. Hepinizi çok seviyorum."

Sevgili Çilem, sözlerinle, dik duruşunla tüm kadınlara güç verdin, umut verdin, dayanışmayı hatırlattın. Mektuplarınla adeta kızkardeşliğin kitabını yazdın. Sayende oturdum, bu yazıyı yazdım, her şey için teşekkürler,sana uzaklardan kızkardeş selamı gönderiyorum. Sana söz, o kapıları birlikte ittire ittire açacağız.


Dünyanın dört bir yanında, kadınlar sistematik olarak şiddet görüyor, öldürülüyor. Kadınların hayatları boyunca karşı karşıya kaldıkları bu yoğun baskı ve şiddetle mücadele eden güçlü ve cesur kadınlar ise çoğu zaman korku ve tehdit salmak için öldürülüyor. The Guardian gazetesi, 2015 yılında öldürülen dokuz aktivist kadına dikkat çeken bir yazı yayınladı, kadın haklarını savunurken öldürülen bu cesur kadınları daha çok insan tanısın diye türkçe çevirisini burada paylaşmak istedim.*

Sol üst baştan sırayla, Joan Kagezi, Nadia Vera, Norma Angélica Bruno Román, Catherine Han Montoya, Losana McGowan, Intisar al-Hasairi, Angiza Shinwari, Photograph: WHRD

2015'te 9 kadın aktivist öldürüldü.
Uluslararası Kadının İnsan Hakları Savunucuları Gününe vurgu yapmak için, geçmiş yıllarda öldürülen kadın aktivistleri anıyoruz.

Nadia Vera
Meksika: 21 Temmuz 2015’te öldü.
Nadia Vera Meksika’daki dairesinde ölü bulundu. Aralarında üç kadının, bir erkek gazeteci Rubén Espinosa’nın da bulunduğu dört kişiyle beraber tecavüze uğradı, işkence gördü ve başından vuruldu. 2010’dan beri Meksika’da öldürülen 36. kadın insan hakları savunucusuydu. Petrol rezervlerinin tasfiye edilmesi ve gazetecilere saldırı konularında mücadele ediyordu. Aktivizmi, ölüm tehditleri sonucu geçen yıl Veracruz’un başkenti Xalapa’dan Meksika’ya taşınmasına yol açmıştı.
"Nadia’nın cinayete uğraması tehditlere ve şiddete maruz kalan savunucular için Meksika’da güvenli bir ortamın kalmadığını gösteriyor. Bu da insan hakları krizinin ne kadar ciddi bir hal aldığının göstergesi," diye açıkladı Meksika’daki İnsan Hakları Savunucuları Ulusal Ağı (National Network of Human Rights Defenders of Mexico) koordinatörü Atziri Ávila

Francela Méndez
El Salvador: 31 Mayıs 2015’te öldü.
Francela Méndez, El Salvador’da transseksüel topluluğunun haklarını savunuyordu. Şehirdeki lezbiyen, gey, biseksüel ve transseksüel kişilerin haklarını savunan Colectivo Alenjandria’nın yönetim kurulundaydı. Ayrıca HIV, tüberküloz ve sıtma hastalıklarının üzerine gitmek amacıyla uygulanan bir programda yer alıyordu ve ayrıca Salvadorlu İnsan Hakları Savunucuları Ağı’nın üyesiydi. San Salvador dışında bulunan Sonsonate’de bir arkadaşının evinde öldürüldü. Méndez’in öldürülmesi, İnsan Hakları Inter-Amerikan Komisyonu tarafından kınandı. 

Intisar al-Hasairi
Libya: 24 Şubat 2015’te öldü.
Intisar al-Hasairi ve teyzesinin cesetleri Tripoli’deki bir arabanın bagajında bulundu. İkisi de vurulmuştu.
Al-Hasairi Libya’da barışı ve kültürü savunan bir grup olan Tanweer Hareketi’nin kurucularındandı. Şehirdeki demokrasi yanlısı eylemlerde yer alıyordu.

Joan Kagezi
Uganda: 21 Mart 2015’te öldü.
Ugandalı avukat ve savcı Joan Kagezi, işinden evine dönerken vuruldu. Uluslararası suçlar ve terör karşıtı şubesindeki kamu savcılarının yöneticiliğini yapıyordu. Öldüğü zaman, Kagezi al-Shabaab terör saldırılarına karışan 13 erkeğin dahil olduğu davanın baş savcısıydı. Aynı zamanda, Tanrının Direnişi Ordusu’nun eski komutanı Thomas Kwoyelo’nun, cinayet ve adam kaçırma suçlarından dolayı açılan soruşturmasına yardımcı oluyordu. Ölümü üzerine, Kampala'da Observer gazetesi "Onun öldürülmesi, bazı avukatların en parlak ve en üst düzeyde korkusuzca sürdürülen ceza davası tecrübelerinden biri olarak tanımladıkları süreci sona erdirdi" diye yazdı.

Sabeen Mahmud
Pakistan: 24 Nisan 2015’te öldü.
Sabeen Mahmud, annesiyle Karachi’deki bir etkinlikten ayrıldıktan sonra arabasında vuruldu. Pakistan’ın en önde gelen insan hakları aktivistlerinden biriydi ve T2F (The Second Floor -İkinci Kat) olarak bilinen öncü kafe ve topluluk sanatları alanının direktörüydü. Öldürüldüğü akşam, T2F’de Pakistan Hükümeti’nin ellerinde kaybolan Balochistan’daki kişilerin durumuna dikkat çeken bir etkinlik düzenleniyordu. Ölüm tehditleri alan Mahmud için, arkadaşı yazar Kamila Shamsie şöyle yazmıştı: “O, evde de eşitliği olan, tel lehimleyen, Urdu şiirini tartışan, kriket oynayan, Karaçi’deki tüm ilerici siyasi gösterilere katılan, Pink Floyd söyleyen ve benim kendisini böyle ilan eden “çokbilmişler tayfası” arkadaşımdı.”

Norma Angélica Bruno Roman
Meksika: 13 Şubat 2015’te öldü.
Norma Angélica Bruno Roman başka bir genç aktivistin cenazesine giderken çocuklarının önünde öldürüldü.
Norma'nın, yakınları kaybolan ailelerle çalışan Iguala’daki bir gruba üye olduğu anlaşılmıştı. 

Catherine Han Montoya
ABD: 13 Nisan 2015’te öldü.
Sivil ve insan hakları için mücadele eden Catherine Han Montoya, Atlanta’daki evinde öldürüldü. Lezbiyen, gay, biseksüel ve transeksüel kişi haklarının yanında Asya kökenli Amerikalı göçmenleri ve kadınları ve Pasifik Adalıların haklarını savunuyordu. Güneydoğu Göçmen Hakları Ağı’nın kurucularındandı. Montoya, ‘Sivil ve İnsan Hakları üzerine Liderlik Konferansı’nda çalışmıştı. Konferansta kendisi şu şekilde onurlandırılmıştı: "göçmenlerin, farklı ırklara mensup toplulukların ve LGBT bireylerin ve ailelerin hayatlarını güçlendirmeye hayatını adamış, olağanüstü yetenekli bir lider ve becerikli bir organizatör. Ardında, çoklu-etnik topluluklar arasında dayanışma ve fırsat köprüleri kurma mirası bıraktı."

Losana McGowan
Fiji: 4 Nisan 2015’te öldü.
Gazeteci ve kadın hakları savunucusu Losana McGowan evinde öldürüldü. Partneri cinayetin faili olarak suçlandı. McGowan, bir yandan Fiji Times ve Fiji Yayın Kuruluşu’nda gazetecilik yaparken, bir yandan da kadınlara ayrımcılık uygulayan yasaları değiştirmek için çalışan Fijili Kadınların Kriz Merkezi ve Fijili Kadın Hakları Hareketi’nde aktivist olarak yer alıyordu. Yakın zamanda Pasifik Topluluğu Sekreteryası’nın medya ve iletişim koordinatörlüğünü üstlenmişti. Ölümü, kadına yönelik şiddetle mücadele için daha kapsamlı eylemler yapılmasına ilişkin çağrıları teşvik etti.

Angiza Shinwari
Afganistan: 16 Şubat 2015’te öldü
Angiza Shinwari yolculuk yaptığı araca yapılan bombalı saldırıyla öldürüldüğünde, Nangarhar’da etkin il meclis üyesi olarak ikinci dönemine başlamıştı. Meclise seçilmeden önce Shinwari kadın hakları ve eğitim hakkı konularının sağlam savunucusuydu. Ölümü, Afganistan’da kadınların politik bir pozisyon almasıyla yaşadıkları tehlikeleri ön plana çıkardı. Reuters, Shinwari’nin, göze batmamaya çalışmasına rağmen, yaşamının tehlikeye girdiği endişesiyle Afgan ve yabancı yetkililerden korunma talebinde bulunduğunu açıkladı. Shiwari "devlette çalışan her kadının hayatı büyük tehlike altında ve bu durum özellikle meclis üyeleri için daha da vahim" demişti. 

*ingilizceden türkçeye çeviride yardımcı olan @aipenk adlı twitter kullanıcısı ve Seda Özdil'e teşekkür ederim. Yazının orijinaline bu linkten ulaşabilirsiniz.



Her yolculuk kendine özgü hikâyeler, karşılaşmalar ve insanlar taşır ama bazı yolculuklar vardır ki daha başlamadan içimizde hissederiz ve zaman geçtikçe üzerimizde derin izler bırakır. Her adımımızda hayata, kendimize ve yaşadıklarımıza dair bakışımız değişir, yeni birine dönüşürüz ya da en azından artık yola çıkan kişi değilizdir. Ve şüphesiz böyle yolculukları, yolda biriken hikâyeleri anlatmak için derin bir ihtiyaç duyarız çünkü isteriz ki paylaştıkça çoğalsın, başkaları da bu yolculuğu yapsın.

Geçtiğimiz Mayıs ayının son haftasında Hrant Dink Vakfı'nın seyahat fonuyla Erivan'a -kendi deyişleriyle Yerevan'a- gittim. Yaklaşık bir hafta kaldığım ziyaretimde Erivan'daki kadın ve LGBT örgütlerinden insanlarla görüştüm ve tabi şüphesiz bu arada şehri de en iyi şekilde gezmek, tanımak için önüme çıkan her fırsatı değerlendirmeye çalıştım. Erivan'da yaptığım çalışma yakın zamanda başka bir yazının konusu olacak umuyorum, burada yapmak istediğim ise daha çok bir yol hikayesini paylaşmak. Her ne kadar sınır komşumuz da olsa maalesef tahayyülümüzdeki mesafe fiziksel olandan çok daha uzak. Erivan'a gideceğim kesinleştikten sonra fark ettiğim ve kabul etmem gereken ilk şey bu oldu. Gitme hazırlıkları sırasında, hele de belli bir çalışma amacıyla gittiğim için, bu yanı başımızdaki yere dair bir şeyler okumaya başladıkça ne kadar az şey bildiğimi, daha doğrusu neredeyse elle tutulur, derinlikli hiç bir şey bilmediğimi fark ettim ve fark ettikçe utandım. Bu tür bir duyguya Hindistan'a gittiğimde de kapılmıştım, tabi ki çok farklı bir bağlamda; ama ikisinde de ortak bir nokta var ki o da bizim, Türkiye'de yaşayanlar olarak, kendimizin dışında ilgimizin yöneldiği neredeyse yegâne yerin Batı olması. Özellikle de akademik ve toplumsal çalışmalarda yer alanlar bahsettiğim bu Batı merkezci yaklaşımı çok daha açık bir biçimde görmektedir eminim. Erivan konu olunca tabi başka önemli bir boyut da ekleniyor meseleye; yanı başımızdaki tarih, yıllardır görülmeyi, duyulmayı bekleyen o derin ve acılı tarih. 

Daha öncesinde kendim de bilmediğim için Erivan'a nasıl gidilir sorusuyla başlayayım. Erivan'a gitmenin iki farklı yolu var, ikisi de gayet kolay. İsterseniz direk İstanbul'dan uçabilirsiniz, haftanın iki günü Atlas Jet'in Erivan seferleri var. Diğer seçenekse uçakla Tiflis'e  gidip oradan kara yoluyla Erivan'a geçmek. Aslında Van'la Erivan oldukça yakın ama sınır kapalı olduğu için mecburen önce Van'dan uçakla İstanbul'a gidip aynı yolu tekrar gerisin geri uçuyorsunuz Erivan'a giderken. Ben gidişte ilk güzergahı dönüşte ise ikincisini seçtim, böylece güzel Tiflis şehrini de görmüş oldum. Ayrıca Erivan-Tiflis arası karayolu da size çok güzel bir manzara sunuyor yol boyu. Her gece Erivan'dan tren de var fakat etrafı izleyerek gitmek istediğim için ben gün içinde belli saatlerde kalkan minübüsleri tercih ettim, size de tavsiye ederim. Yandaki fotoğrafta gördüğünüz yapı, bu minübüslerin kalktığı şehirlerarası terminal. 

Uçak seferleri epey geç saatte olduğu için Erivan'a gecenin bir vakti iniyorsunuz ama ulaşım vs konusunda bir sıkıntı yaşanmıyor, özellikle şehirde taksiler inanılmaz derecede ucuz. Kalacak yer konusunda da ucuz hostellerden lüks otelllere ya da kiralık oda ve evlere çok sayıda seçenek var. Ben biraz iş nedeniyle gitmem biraz da tavsiyeler sonucunda şehir merkezinde uygun fiyatlı küçük bir apartman dairesi kiraladım. Başta biraz tereddütlerim olsa da sonrasında çok memnun kaldım, adeta evimdeymişim gibi keyifli zaman geçirdim. O kadar alışmışım ki ayrılırken kendi evimi bırakır gibiydim nerdeyse, siz düşünün! Tabi ki bunda ev sahibim sevgili Astghik'in her şeyi önceden düşünüp planlamış olmasının yanında çok samimi, dost canlısı bir şekilde karşılamasının büyük etkisi var. Sabah Erivan'la ilk karşılaşmam ise balkondan gördüğüm bu güzel manzaraydı, özellikle akşamüstleri yağmur yağarken -neredeyse her gün istisnasız günü yağmurla kapadık- kahve eşliğinde şehri izlemek inanılmaz keyifli ve huzur vericiydi.

Kaldığım evin balkonundan manzara
Açıkçası Erivan'a gitmeden önce nelerle karşılaşacağıma ve özellikle de insanlarla nasıl bir ilişki kuracağıma dair zihnimde epey soru vardı, daha doğrusu bir tahminde bulunamıyordum. Fakat ilk olarak ev sahibim Astghik'le karşılaşmamdan itibaren bunun ne kadar yersiz olduğunu anladım. Sabaha doğru şehre indiğim için, kendisi beni hava alanından alacak taksiyi ayarlamış ve o geç saatte telefonla benle konuşmadan içi rahat etmemişti. İlk günümde de yalnız bırakmak istemeyip iş yerinde öğle arası yemeğe davet etti. Benimle yaklaşık aynı yaşlarda olan Astghik, üniversitede tıp bölümünde öğretim görevlisi olup okulu kaldığım yere çok yakındı; bana ilk gün için güzel bir başlangıç oldu. Üniversitenin kapısında buluşmaya gittiğimde Astghik yüzünde sıcacık bir gülümsemeyle yanıma gelerek bana kocaman sarıldı. O kadar sıcak bir karşılamaydı ki böyle sanki yıllardır tanışıyormuşuz da görüşmeyen iki eski arkadaş gibi hissettim. Ve bir anda yeni bir yere gitmiş olmanın getirdiği bütün yabancılık duygum kayboldu.

Sonra okulun kantinine gittik ve iş arkadaşlarıyla birlikte yemek yedik. Bir yandan bana yemekler hakkında bilgiler verirken -çünkü ingilizce’niz pek bir işe yaramıyor, sadece dil değil alfabenin de yabancı olması nedeniyle- bir yandan da geliş nedenimi anlamaya çalışıyorlardı. Erivan'da kaldığım sürece sanırım en çok karşılaştığım tepkilerden biri bu oldu, Türkiye'den geldiğimi duyunca insanlar hafif bir şaşkınlık ve merakla nedenini soruyorlardı. Bu birbirinden güzel üç kadınla yemek yerken ben gelme sebebimi, araştırmamı anlattıkça dinlemekle kalmayıp nasıl yardımcı olabilecekleri konusunda sürekli fikir üretmeye çalıştılar. Tabi bir yandan o en başta andığım yanı başımızdaki tarih de bize eşlik etti. Tanışma faslında öğrendim ki Astghik'in ailesi Karadeniz'den, Trabzon çevresinden Erivan'a gelmiş, arkadaşlarından birinin ise büyük büyük dedeleri Van'dan göç etmiş. Benim Van'dan geldiğimi duyunca söylüyor bunu o da üstüne. Karşılıklı kısa bir sessizlikten sonra tekrar konuşmaya devam ediyoruz, bana gezmeye gittikleri İstanbul'dan, Bodrum'dan bahsediyorlar. Türkiye'yi nasıl bulduklarından konuşuyoruz, sonra konu tekrar Erivan'a geliyor, benim ilgi ve beklentilerimden bahsediyoruz. Böyle böyle, kâh karşılıklı sustuğumuz kâh hararetle anlattığımız çok keyifli bir sohbete konuk oluyorum. Bu arada, söylemekte fayda var, aslında şehrin genelinde Türkiye'den göç edenlerden çok Erivanlı ya da çevre il ve köylerden gelip yerleşenlerin olduğunu görüyorsunuz. Ama ara ara böyle karşılaşmalar da oluyor şüphesiz -ki ben ilk günden başlangıcı böyle güzel bir karşılaşmayla yapmış oldum. 

Gelelim şehir olarak Erivan'a, nereden başlasam nasıl anlatsam. Büyük çınar ağaçlarıyla kaplanmış yemyeşil sokakları, yürürken çevrenizi saran zarif bina ve sokak heykelleri ve adım başı soluklanabileceğiniz ağaç altı bankları ve şirin kafeleriyle şehir gezginleri için muhteşem bir yer. Yola çıkmadan önce Erivan'ın çok güzel bir şehir olduğuna dair epey bir şey duymuştum ama açıkçası bu kadarını beklemiyordum, gezip gördükçe her gün daha çok sevdim. Özellikle şehir merkezindeki herkese açık özgürce vakit geçirebileceğiniz geniş parklar ve kamusal alanların çokluğu beni kendine hayran bıraktı, nasıl hasret kaldıysak artık memlekette!.. Bir de üstüne, görüştüğüm Erivanlı arkadaşlara şehrin ne kadar yeşil olduğunu söyleyince bu azalmış hali dediler ki ben daha fazlası nasıl olur hayal edemedim, siz düşünün. Kaldığım süre boyunca hiç toplu taşıma kullanmadım, çok uzak mesafelere taksi kullanmak dışında her yere yürüyerek gittim çünkü zaten başka bir seçenek aklınıza bile gelmiyor, kendinizi keyifle yürürken buluyorsunuz. Şehir küçük olduğu için kaybolma riski neredeyse yok denecek kadar az ama kaybolmaktan bile keyif alabilirsiniz.Yoruldukça adım başı soluklanacağız bankların yanı sıra çoğu sokak köşesinde sularından içebileceğiniz çeşmeler var.
Bu arada şehir merkezi tam bir daire şeklinde planlandığı için zaten bir noktadan sonra başladığınız yere dönmeniz kaçınılmaz. Şehrin bu güneş şeklindeki dairesel planını Rus doğumlu Ermeni mimar Alexander Tamanian'ına borçluyuz. Tamanian, Erivan'ı tasarlarken Sovyetler Birliği'nin diğer birçok şehrinin planlanmasında da etkili olan Bahçe Kent Hareketi'nin (Garden City Movement) ilkelerini esas almış ve bu doğrultuda sağlıklı ve yaşanabilir bir kent alanı kurmayı amaçlamış. Aslında bu akımın izlerini 1930'lu yılların Ankara'sında da görmek mümkün, erken Cumhuriyet dönemi Ankara görüntülerine benim gibi aşina olanlar birçok açıdan benzerlik kuracaktır. Belki de Erivan'a daha ilk andan itibaren yakınlık hissetmemde bunun da etkisi vardır, kim bilir. Ziyaretimin ilk gününde balkon manzaramı facebook sayfasında paylaşınca bir arkadaşımın bu benzerliğe dikkat çekmesiyle şehre biraz bu gözle bakınca bazı caddelerin gerçekten de Ankara/Ulus semtinin ilk zamanlarını hatırlattığını fark ettim. Maalesef bu benzerliği ancak siyah-beyaz fotoğraflarda bulabiliyoruz; malum yıllardır süren plansız kentsel gelişim ve üzerine 90'lardan beri Gökçek gibi bir felaketin Ankara'nın başına musallat olması şehrin hafızasına dair neredeyse hiç bir şey bırakmadı.  

Neyse fazla dağılmadan biz Erivan sokaklarına geri dönelim. Sovyet-Ermeni mimarisinin süslediği şehir merkezi adeta bir kültür ve sanat merkezi olarak tasarlanmış. Park ve bahçelerin yanı sıra çok sayıda üniversite, müze, galeri, opera ve tiyatro binası bulunmakta. Hepsi küçük bir alanda ve birbirine çok yakın mesafede olduğu için isterseniz hepsini görme şansınız var. Bunların her biri ayrı ayrı görülmeye değer olmakla birlikte ben özel olarak ikisi üzerinde ayrıca durmak istiyorum: The Cascade Museum Complex ve the Matenadaran Ancient Manuscript Museum. İki yerde de görecek çok şey olduğu için, hele de benim gibi sanat ve tarih meraklısıysanız, her birine yarım gün ayırın derim.


The Cascade olarak anılan komplex aslen yine mimar Tamanian tarafından tasarlanmış ama ancak 1970'li yıllarda hayata geçirilmiş. Yapımı yaklaşık dokuz yıl süren ve 1980'de tamamlanan the Cascade, Ermeni tarihi ve kültürel mirasına atıfta bulunan çok sayıda özgün heykelin bulunduğu devasa bir dış merdiven ile bahçe ve avlulardan oluşuyor. Ayrıca yine çeşitli sanat ürünlerinin sergilendiği iç kısımda da yürüyen merdivenler bulunmakta. Bütün basamakları tırmandığınızda ise nefis bir şehir manzarası ödülünüz var. Hem sergilenen heykellerin özgünlüğü hem de bütün alanın anıtsal bir şekilde tasarlanışı ve bu alanın gündelik kent hayatının bir parçası olarak isteyen herkes tarafından kullanılması beni hayran bıraktı, bugüne dek gezip gördüğüm yerler arasında beni en çok etkileyen yerlerden biri diyebilirim. 


The Cascade gezinizi tamamladıktan sonra alanın çevresinde bulunan küçük, güzel kafelerden birine oturup yorgunluğunuzu atabilirsiniz. Benim favorim nefis kahve ve kekleri olan The Green Bean, eğer acıktıysanız da günün çorbasını mutlaka denemenizi öneririm, benim şansıma havuç/zencefil çorbası geldi ki tek kelimeyle muhteşemdi. 

Ermenice kütüphane anlamına gelen Matenadaran, Unesco Dünya Belleği Programı Listesi'nde bulunmakta olup yirmi bine yakın antik el yazması ve üç yüz bin civarı arşiv belgesine sahip. Müze ve enstitü olarak işleyen Matenadaran'ın arşivinde başta din kitapları olmak üzere çok sayıda bilim ve tarih eseri de sergileniyor. Her katında çok eski tarihlere ait çeşit çeşit el yazması İncil çıkıyor karşınıza. Bu arada nereden getirildiğine dikkat ederseniz çoğunlukla Anadolu'dan olduğunu göreceksiniz. Koridorlarda eserlerin bulunduğu yerlerin haritası çıkarılmış ve büyük bir kısmı Anadolu coğrafyasında, özellikle de Van Gölü ve çevresinde yer alıyor. Beni en çok etkileyen şeylerden biri arşiv belgelerinde yer alan Van'la ilgili fotoğraflar oldu. Bunlardan bir kaçı, Ermeni halk ozanı ve yazar Hovhannes Tumanian'in 1915 yılındaki katliamda Van'daki Ermeni mağdurların kayıp ve ihtiyaçlarının listesini çıkarmak için yaptığı Van gezisi sırasında çocuklarla ve hemşirelerle birlikte çekilmiş fotoğraflar. Ama özellikle bir fotoğraf vardı ki beni derinden etkiledi, uzun süre gözlerimi alamadım bakmaktan. Akdamar Kilisesi'nin içinde önde kameraya doğru bakan iki Ermeni asker, arkalarında tarihçi Smbat Ter-Avetisian ile bir kişi daha yerlere saçılmış kitap yığının içinde duruyorlar. Büyük ihtimal müzede sergilenen el yazmalarının bir kısmı bu yığından kurtarılmış eserler. Erivan'da bir müzede yaklaşık yüz yıl önce Van'da çekilmiş bu fotoğrafın karşısında duruyorum. Van'la Erivan'ın bugün sınırlarla ayrılmış hikâyesi adeta bu küçük karede birleşmiş. Benim gördüğüm, güzelliğine hayran kaldığım Akdamar'la alakası yok baktığım resmin. Bugün artık Akdamar Kilisesi restore edilmiş durumda, ziyarete açık ve her yıl Eylül ayında Ermeni ayinine ev sahipliği yapıyor. Burada insanlarla konuşmalarınızda Akdamar'ın ismi geçtiğinde daha bir şey demeden yüzlerindeki ifadeden bu yerin onlar için ne kadar önemli olduğunu anlayabiliyorsunuz. Erivan'dan Tiflis'e giderken dolmuşta çok iyi derecede Türkçe bilen genç bir Ermeni kadınla tanışmıştım. Tercümanlık yaptığını ve son yıllarda her fırsatta Türkiye'ye geldiğini ve ne kadar çok sevdiğini anlattı bana. Türkiye'de birçok yeri gezip görmüş olan bu kadın arkadaş, benim Van'da yaşadığımı öğrenince çok heyecanla yaptığı Van gezisini anlatmaya başladı. Ve sıra Akdamar'a gelince yüzünde hep karşılaştığım o tanıdık ifadeyi gördüm, bana Akdamar kilisesini görünce orada saatlerce kalıp ağladığını söyledi. Ne diyeceğimi bilemedim, zaten ne diyebilirdim ki, beraber sustuk bir süre ve sonra yola devam ettik, kâh susarak kâh konuşarak ama büyük keyifle. Bana dönüş yolunda Erivan'ın en güzel hediyesi oldu kendisi.


Güzel insanlar, keyifli karşılaşmalar ve kimi zaman anlamlı sessizlikler eşliğindeki Van'dan Erivan'a uzanan bu yolculuk benim için her anlamıyla çok özel ve unutulmaz bir yol hikâyesi oldu. Yaklaşık on gün süren bu ziyaretin en önemli yanlarından biri ise, bugüne kadar fiziksel olarak yanı başımızda olmasına rağmen çok uzaktaymış gibi hissettiğim/iz bu yerle, bütün farklılıklarına rağmen, ne kadar çok benzerlik ve ortak özellik taşıdığımızı yakından görmek oldu. Aslında bir yanıyla çok da şaşırtıcı değil; sonuçta aynı coğrafyanın insanlarıyız, Ağrı Dağı'nın iki yakasına savrulmuşuz -malum nedenlerle-, onların deyişiyle Ararat -bu arada evet dedikleri kadar var, Erivan'dan Ağrı Dağı'nın görünümü hakikaten nefes kesici!- Özellikle, gündelik hayat kültürüne, yaşama alışkanlıklarına baktığınızda bu benzerlikleri çok daha rahat görüyorsunuz, hatta gülümseten detaylar yakalamanız çok muhtemel. Bizim "canım" dediğimize onlar "jan" diyor misal. Hamur işi ve tatlılar da vazgeçilmezleri, ne kadar tanıdık. Hele o lavaş ve yufka ekmeğin bolluğuna ne demeli! Bu yazıyı özellikle ortak mutfak kültürümüze ilişkin çok hoşuma giden bir kaç örnekle bitireyim istiyorum. Bunlardan birisi geçen yıl Van'a ilk geldiğimde yediğim ve çok sevdiğim Herise/Herse yemeği, yani tavuklu keşkek. Bunun aynısını, tamamıyla aynı lezzette bir gün Erivan'da bulacağımı nereden bilebilirdim, ismi bile neredeyse aynı: Harisa. 

   Herise/Herse   Harisa 

Bir diğer örnekse Van'da geleneksel olarak yapılan ve her an her yerde bulabileceğiniz çörek ya da Kete diye bilinen bir unlu mamulü. Bunun görünüş olarak her şeyiyle, üzerindeki çatal izlerine kadar, aynısı Erivan'da Gata olarak çıktı karşımıza. Tek farkı, Van'dakinin aksine buradakinin tatlı olması. Yolunuz düşerse, benim önerim şehir merkezinde bulunan Cherry House Cafe'de yemeniz, sadece bunu değil Ermeni baklavasından -bizimkinden biraz farklı- haşhaşlı keklere her şeyi deneyebilirsiniz. Ayrıca akşam giderseniz, piyano dinletisi de ekstrası. 

Son olarak bir gün yolunuz düşerse sanat galerileri ve pazarlarına uğramamazlık etmeyin, özellikle incelikli seramik işleri ve el yapımı bebekler görülmeye ve dönerken hatıra olarak almaya değer.

Erivan gezisinin fotoğraf albümlerine bu linkten ulaşabilirsiniz: https://www.flickr.com/photos/128587093@N03/sets/






Epeydir çizmeye ara vermiştim, belli bir nedenle isteyerek değil kendiliğinden öyle gelişti, elim kaleme gitmiyordu, gitse de pek bir şey çıkmıyordu. Sanırım insan çok hareket halinde olunca ne yazıyor ne de çizebiliyor, bu tür eylemler için bir sakinlik, kendine kalma istiyor bünye, en azından benim için öyle. Arka arkaya yolculuklar, taşınmalar sonucunda yerleştiğim yeni yerimde ilk çizimim nihayet çıktı. Daha öncekilere göre biraz farklı bir tarzda oldu ama çok da şaşırtıcı değil bir yanıyla; sonuçta her yerin ve zamanın bir ruhu var ve ortaya çıkan şeylerin bir yerine değiyor illaki.

   Bir kaç gün önce şans eseri bir şarkıya rast geldim internette, çok sevdim, sonra bir şarkı, bir şarkı daha derken sevdiğim müzisyenler arasına bir yenisini eklemiş oldum: Somi! Afrika kökenli söz yazarı ve şarkıcı olan Somi'nin şarkıları arasında dolanırken albümlerinden birinin kapağındaki fotoğrafı çok beğendim, kendimi dönüp dönüp buna bakarken buldum. Fotoğrafta olan mı benim gördüğüm mü artık bilemiyorum bende çok güçlü hisler uyandırdı ve en çok da çizme isteği. Bazen bazı fotoğraf ya da resimlere bakarken farkında olmadan kendi kendime bunları zihnimde tamamlamaya uğraşırım. Eksik geldiğinden değil de benim görmek istediklerimi eklemek isteğinden olur bu genelde. Finding Neverland (Düşler Ülkesi) filminde bir sahne vardır, Peter Pan'ın yazarı J.M.Barrie rolündeki Johnny Deep'in karısıyla ayrı odalara girerken, kendi odasının kapı aralığından rengarenk çiçekler, kuşlar vs. görünür, adeta bir düşler ülkesi. O sanheyi her hatırladığımda içime mutluluk dolar, hayatı böyle gören insanların olduğunu hayal ederim. Her ne kadar böylesine bir hayal dünyasına sahip olmasam da bazen baktığım resimlerde insanlar ağaçlara dallara karışıyor ya da bulutlar kuşlara. İşte Somi'den ilhamla böyle bir şey çıktı ortaya. Çizerken bana eşlik eden Ankara Sundays ve Rising parçalarını da dinlemenizi ayrıca tavsiye ederim.