Her 25 Kasım'da giderek öfkemiz katlanıyor, çünkü kadına yönelik şiddet gün be gün katlanarak artıyor bu ülkede. Artık isimlerden değil, rakamlardan bahsediyoruz ölümleri anarken. Ayşe, Fatma, Ebru değil, haftada 5, ayda 20 kadın öldürüldü diye çetele tutuyoruz. Sayılara yetişemiyoruz, istatistiğe vuruyoruz yüzde 1400 diyoruz. Sürekli yeni rakamlar, yeni oranlar. Ama hiç bir yeni bilgi, yeni rakam 10 saniyeden öte bir etki bırakmıyor memleket gündeminin üzerinde. Aynı anda toplu ölümler olmadığından olsa gerek, "yine bir kadın boşanmak istediği için..." diye başlayan haberlerden öte bir şey göremiyoruz. Birer birer ama toplu şekilde öldürülüyoruz. Her gün ülkenin farklı yerlerinde evde, sokakta, işe giderken, çocuğuyla ya da yalnız, farklı erkekler (Kürt, Türk, Ermeni, solcu, islamcı, yoksul, zengin, eğitimli, cahil vb.) tarafından benzer nedenlerle öldürülüyor ya da iyi ihtimalle şiddete uğrayıp kurtuluyoruz, sonra sağ kaldığımıza şükrediyoruz. Ve her gün bu cinayetler işlenirken yaşadığımız bu toplum, bu ikiyüzlü toplum hiç bir şey olmamış gibi hayatına devam ediyor. En fazla akşam yemek masasında tv haberlerine göz gezdirirken ya da sabah gazetesini eline aldığında belki bir dakikalığına içinden "yine mi" diyerek dikkatini çekip sonra aklından çıkıyor. Haberi izleyen, okuyan için şiddet, ölüm uzak ülke, sanırsın onun başına asla gelmez, sanırsın hiç hayatında bir kadına şiddet uygulamamış çünkü şiddet demek onun için sadece kadını öldüresiye dövmek, bıçaklamak, üzerinden sigara söndürmek, tornavidayla yara açmak ve bunun gibi akla hayale sığmayacak şeyler. Her duyduğunda nasıl insanlar var böyle, bunlar insan mı diye ortaya bir nida salıverirken kendini de işin içinden sıyırıveriyor. Oysaki yapılan her yeni araştırma tekrar tekrar gösteriyor ki kadınlar en çok psikoljik şiddetten zarar görüyor ve bu nedenle başvuruyor kadın dayanışma merkezlerine. Ve binlerce, yüz binlerce kadın evinde, işyerinde, sendikada, hastanede, mahallede, yani kısaca adım attıkları her yerde sürekli varolabilmek, sesini duyurmak için mücadele ediyor, erkeklere laf anlatmaya çalışıyor. Her gün sırf kadın oldukları için farklı taciz, mobbing, aşağılama biçimlerine maruz kalıyor.

Artan şiddet karşısında kadınlar yılmadan, usanmadan her gün daha güçlü bir şekilde ses çıkarmaya çalışıyor. Sokağa çıkıyor, bir araya geliyor, ama en çok da tekrar tekrar derdini anlatmak durumunda kalıyor. Kadın cinayetlerinden en çok -ve hatta neredeyse tek- kim bahsediyor, bu konuyu kim dillendiriyor diye baktığımızda gördüğümüz yine ve yine sadece kadınlar. Ah erkekler, erkeklerimiz, ancak 25 Kasım ve özellikle de 8 Mart'ta alana çıkmak mevzu olunca kadın meselesi aklına gelen erkeklerimiz!.. -burada o bir nevi çölde kum tanesi değerinde olup bu meseleyi dert edinmiş erkek arkadaşlarım üzerine alınmasın- Bu konuda binde bir konuşan, onda da çoğu zaman kadın hareketine, feministlere tavsiyeler düzen, nasıl mücadele edilmesi gerektiğine dair inciler döşeyen ama asla asla bu konuyu kendine dert etmeyen ve daha da önemlisi üzerine sorumluluk almayan erkeklerimiz. Konunun tek sorumlusu devlet, sistem diye görüp kendine bırak çuvaldızı iğne bile batırmaya yanaşmayan o güzide erkekler. Ama bir şey diyecek olsanız da asla burunlarından kıl aldırmaz, size öyle laflar ederler ki ne ayrımcılığınız kalır, ne bir şey. En sonunda hayattan soğur, susarsınız. Bu memlekette zaten kim neyin sorumluluğunu almış ki, değil mi? Politika yapmanın sorumluluk yerine vicdan konuşturma olarak görüldüğü bir siyasi kültürden belki de çok bir şey beklememek lazım. Ama ne yaparsınız ki, mevzu derin, mevzu bizim için ölüm kalım meselesi. 

Son bir haftadır 25 Kasım vesilesiyle bulunduğum bölgede ve okulda etkinlikler yapmaya çalışıyoruz. Gittiğim bir ilçede kadınlar ilk kez yıllar sonra toplanıp 25 Kasım için şiddete karşı yürüdü, çünkü kadın bir belediye (eş) başkanı var. Öğrendim ki o küçücük ilçenin bir tanecik caddesinde günlük hayatta bir kadın görmek neredeyse mümkün değilmiş. Kadınlar ancak kendileri için ayrılan yerlerde dolşaıyor, görünüyor. Bu küçük alanda bile herkes kendi yerinde! Ama hemen büyük şehirlerde her şey güllük gülistanlık diye düşünmek gibi bir yanılgıya kapılmayalım, İstanbul'da deniz görmemiş, Ankara'da Kızılay'a inince hayretle etrafa bakan kadınlardan haberiniz yoksa o sizin eksikliğiniz. Ayrıca sehir merkezlerine inenlerin neler yaşadıklarını anlatmaya kalksak sayfalar yetmez. Yine bugün okuldaki 25 Kasım etkinliğinde söz alan bir öğrenci, biz hava karardı mı bir sokakta karşımıza köpek çıkmasından değil, erkek çıkmasından korkuyoruz dedi. Varın gerisini siz düşünün!..

Evet bugün 25 Kasım, öfke doluyor insan!






Geçtiğimiz hafta sonu Türkiye'de kadınların üniversiteye giriş hakkını elde etmelerinin 100. yılı dolayısıyla İstanbul'da bir sempozyum düzenlendi. Sempozyumun açılışında konuşan Şirin Tekeli'nin yazdıkları üzerine düşünmeye değer. Konuşmasında sıraladığı bütün objektif bilgiler bir yana sadece kendi deneyimleri bile kadınların akademide var olabilmek için nasıl bir mücadele verdiğini görmek adına çok şey anlatıyor -tabi görmek isteyene orası ayrı konu. Tekeli, üniversite öğrencisi kadınların sayısının arttığına, kadın çalışmaları bölümlerinin etkin olduğuna dikkat çekerken içerde ne değiştiğini, ne olduğunu bilemem diyor haliyle uzun yıllar önce üniversiteden ayrılmış biri olarak. Okurken bu noktada derin bir ahh çekiyor insan ister istemez, yani anlatsak içi seni dışı beni yakar. Hangi birini anlatalım ki, sadece kendi yaşadıklarım ve tanık olduklarımı sıralarsam burdan köye yol olur! Evet kadınlar sayıca üniversitelerde görünür(!) halde olabilir, bir çok ülkeye göre kadın akademisyen nüfusumuz daha çok olabilir ama bunlar tek başına bir ölçüt mü çok şüpheliyim. Zaten üst mevkilere, yönetici kadrolara gelememe mevzusu ayan beyan ortada, "cam tavan" konularına hiç girmeye bile gerek yok. Daha gündelik hayatımıza, pratiklerimize sirayet eden, sinsice ilerleyip (kadın) insanı canından bezdiren muamelelere bakmak lazım. Sadece kadın olmak işin bir boyutu, hele bir de üstüne feminist bir akademisyenseniz derdin bini bir para! Görmezden gelmeyi mi dersin, küçük görmeyi mi, ince ince laf sokmayı mı ve hepsinin olmazsa olmazı o akademik bilgiyle cilalayarak şaka yapıp dalga geçmeyi mi ya da akıl vermeyi mi!? Buyur seç beğen al, tabi hepsi bir arada paket program olarak gelirse -ki gelir- delirmemeniz işten bile değil. Bir bakmışsınız, gayet de donanımlı dediğiniz, çalışmalarını okuduğunuz bir erkek akademisyen gelir feminizmin bir bilim olacak kadar yeterli olamadığını size açıkça söyleyiverir. Ya da ülkenin toplumsal, siyasi tarihiyle ilgili kitaplar yazılır, derlemeler yapılır ama içinde ne feminizmden ne kadın hareketinden tek kelime etmez. Zaten bu feministlerin alanı diyerek ne uğraşıcam kolaycılığı bu kadar kabul görürken niye desin ki!? Kongrelere gidersiniz, saygın dergileri elinize alırsınız ve konu, katılımcı vb. dağılımlarına şöyle bir kısaca bakmanız bile mutsuz olmanız ya da yine mi diyerek bıkkınlık duymanız için yeterli malzemeyi verir. Ülkede her gün kadınlar patır patır öldürülürken, kadın cinayetleri yüzde 1400 arttığı bilgisi gelirken niyeyse hiç bir zaman hiç bir etkinlikte merkezi bir yer almaz, tabi ki toplumsal cinsiyet temalı bir şey değilse ya da kadın çalışmaları vb. bir yer düzenlemiyorsa. Maalesef akademide toplumsal cinsiyet sınıfa, kadın cinayetleri işçi cinayetlerine hep yenilir hep yenilir, sanki ikisi birbirinden ayrı ve ilgisiz şeyler gibi. Ama arka planda daima zaten bu kadınların ve özellikle feministlerin ilgilenmesi gereken bir şey olduğu fikri yerleştiği için çok da üstünde durulmaz. Bunu dillendiren bir kaç çatlak ses de itina ile yok sayılır, susturulur, yalnızlaştırılır veya en iyi ihtimalle politik doğruculuk adına dinleyip açıklamalarda bulunulur ama bir sonrakinde yine aynı tas aynı hamam devam eder. Çünkü bu ülkede her şeyin makbulü olsun isteriz, makbul vatandaşlar kadar makbul akademisyenler olmamız beklenir, hele de muhalifseniz ve hele de açıktan feministim diyorsanız tanımlanmış belirli sınırlarda konuştuğunuz, davrandığınız sürece bir sorun yoktur, hatta böyle olunca sizden iyisi yoktur. Çünkü bu ülkede her alanda olduğu gibi akademide de makbul feminist olmanız beklenir, kabul görür. Eh tabi bu iş de her zamanki gibi sessiz yığınlarla olur, bunun da niyesini anlamak çok zor değil. Bu kadar iktidar ilişkilerinin mikro düzeyde belirleyici olduğu bir yerde aman bana bir şey olmasın, aman ilişkimiz bozulmasın tutumundan daha "doğal" ne olabilir ki! Yaşadığımız toplumun iliklerine kadar sinmiş olan bu durumu tek bir cümle özetler esasen, "aman tadımız kaçmasın ali rıza bey!.." Bu cümlenin ataerkilliği pamuklara sarmaya doyamayan bir diziden olması da çok manidar ama hiç şaşırtıcı değil tahmin edersiniz.

Tüm bu saydıklarımı Şirin Tekeli bir iki cümleyle çok güzel özetlemiş:
"Son yıllarda, hem üniversite öğrencisi kadınların sayısında ciddi artışlar olduğunu, hem de pekçok üniversitede “kadın araştırmaları” bölümlerinin etkin bir faaliyette bulunduklarını izliyorum. Ama içeride ne değişti? Onu bilemem. Zira Maçoluk, çok güçlü bir ideolojik tavır olduğu gibi, bana kalırsa, okumuş, diplomalı, akademik titr sahibi erkeklerin maçoluğu, sıradan erkeklerinkine fark atar; baskın çıkar."

Evet hakikaten de Tekeli'nin maçoluk diye tanımladığı şey ideolojik bir tavırdır ve bunun en ince işlenmiş, en rafine hallerinden biri akademide hayat bulur. Ve bununla baş etmek için maalesef hayat boyu mücadele gerekir.

Yazının tamamını bu linkten okuyabilirsiniz:
http://bianet.org/biamag/toplumsal-cinsiyet/159773-akademyalarin-cinsiyetciligi-uzerine



Bazen boğazına bir yumru gelir oturur, ve ne yapacağını bilmez bir halde kaleme sarılırsın. Kimi zaman kelimelere dökersin içini, kimi zaman da desenlere. Sonra bir bakarsın yaptığın şey senin gibi dertlenen insanlara değmiş, hislerine kelam olmuş; böyle böyle paylaşıldıkça boğazındaki o yumru da azalmış. Çünkü insanın ağusunu insan alır, ve acılar paylaştıkça azalıp umut yeşerir..




Hindistan’la gerçek anlamda ilk temasım yaklaşık dört yıl önce doktora öğrencilerine yönelik bir atölye çalışmasıyla oldu. O zamana dek çeşitli kaynaklardan okuduğum veya bulunduğum okulda tanıdığım Hintli arkadaşlardan dinlediğim bir çok şeyi ama özellikle de akademideki güçlü eleştiri geleneğini ve bu coğrafyada çok etkin bir rolü olan feminist hareketi birebir görme şansım oldu. Süphesiz bu kadar karmaşık ve bizim için neredeyse “yabancı” olan bir kültüre bir anda vakıf olmam gibi bir sey söz konusu değil ama bu iki haftalık ziyaret bile bana çok önemli ipuçlari vermeye yetti. Maalesef Türkiye’de muhalif hareketler bile yüzü Batı’ya dönük bir halde gelişmiş, bunun dışında en fazla ilgimizi çeken ve bir parça bilgi sahibi olduğumuz yer Güney Amerika ülkeleri dersek abartmış olmayız. Bu anlamda Hindistan bizim icin epeyce uzak bir tahayyül olmuş ve çok da temas kurmaya gerek duymamışız. Orneğin bu atolye çalışmasına gideceğimi soylediğimde çoğu insan “ne alaka?” dercesine bir tutum takınmıs ya da mistik ve egzotik bir macera olarak bakmişti bu yolculuğa. Bu tutumun bugün çok da değiştiği söylenemez, zira son bir kaç aydır Hindistan’da ülke çapında yaşanan tecavüz isyanının bizde ne kadar yer aldığı ve ne şekillerde konu edildiği ortada. Işte bu süreçte bu ülkeyle bir süredir belli bir temasımın da olması dolayısıyla buyuk bir merak ve heyecanla Hindistan’da neler olduğunu takip etmeye çalıştım. Atölye çalişması sırasında kurduğum ve hala devam eden kimi dostlukların da bu konuda epey bir yardımı oldu. Bunun sonucunda Hindistan’da kadına yonelik şiddete karşı yükselen bu seslere kulak vermek ve onları birinci ağızdan dinlemek için orada yaşayan iki feminist genç kadına,  Trina Nileena Banerjee ve Diksha Lamba, merak ettiğim soruları sordum. Trina, atölye çalışmasında tanıştığım post-koloniyel tiyatro ve Güney Asya tarihiyle ilgilenen feminist bir genç akademisyen; kendisi aynı zamanda sinema ve tiyatro oyuncusu, gazeteci, yazar ve şair. Su an Jawaharlal Nehru Universitesi’nde ders vermekte olan Trina, kadın protesto hareketleri ve kadın perfomansı arasındaki ilişkiler üzerine çalışıyor. Son dönemde tecavüz karşıtı ayaklanmalar sırasında, Trina bir arkadaşıyla bu süreçte yapılan eylemler, yazı ve tartışmaları ve bu konuyla ilgili her türlü yazılı-görsel materyali arşivlemek ve paylasmak için “Gender and Violence” (Toplumsal Cinsiyet ve Siddet) adıyla bir blog kurdu.[2] Bir kaç metni Türkçe’ye de çevirdiğimiz bu blog sayfası sürece dair önemli bilgiler edinmemi sağlarken bu röportajın da bir nevi çıkış noktası oldu.[3] Sorularıma cevap veren diğer arkadaş Diksha ise Trina’nin önerisiyle bu röportaja dahil oldu. Kendisi aynı zamanda Trina’nin öğrencisi olup tecavüz karşıtı protestolarda çok aktif rol oynayan ve sokağın nabzını tutan genç bir feminist. Diksha, hem sol öğrenci örgütleri hem de feminist kadın gruplarında yer alıyor. Edebiyat ve kültürel çalışmalar alanında master yapmış olan Diksha aynı zamanda Trina gibi feminist tiyatroyla ilgileniyor ve uzun süre feminist bir tiyatro grubuyla çalışmış. Bu söyleşide bu iki feminist genç kadının farklı açılardan ve kendi deneyimlerine dayanarak sürece dair değerlendirmelerini okurken feminizm ve kadına yönelik şiddetle ilgili tartışmaların dunyanın neresinde olursa olsun çoğu noktada ne kadar benzer ve ortak olduğuna dair bir çok ipucu bulacaksınız.

Sel: Son bir ay içerisinde Hindistan’da kadın mücadelesi adına çok hareketli ve umut verici bir sürece tanıklık ediyoruz. Otobüste bir kadına toplu tecavüz edilmesine karşı bir anda çok güçlü bir ses yükseldi. Bu kitlesel protestoların ardındaki dinamikler hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyorum. Nasıl yorumluyorsunuz tarihsel olarak istisnai diyebileceğimiz bu anı?

Trina: Tarihteki “istisnai” gibi görünen anları saptamaya kalktığımızda muhtemelen bunların her birinin arkasında uzun zaman birikmiş ve mayalanmış şeylerin bulunduğunu keşfederiz. Biteviye uzayıp giden olaylar zincirinden neden şu belirli bir anın ya da olayın değil de ötekinin kamusal bir infiale, ayaklanmaya ya da daha önce bir şekilde güçten düşmüş bir hareketin yeniden canlanmasına neden olduğunu teşhis etmek her zaman kolay olmuyor. Delhi’deki (Aralık ortasındaki olayı takip eden) kitlesel protestolardan sonra birçokları, galeyanın esas sebebinin, tecavüzün başkentte, üst orta sınıfla orta sınıf arasında yer alan bir semtte gerçekleşmesi olduğunu ileri sürdü. Böylelikle, kendilerini güvende zanneden seçkin Delhi topluluğunun gerçekte hiç de öyle olmadıklarını fark etmelerinin olayları tetiklediğini iddia ettiler. Bu gerçekten doğru olsa bile, 2012 Aralık’ından bu yana gerçekleşen olay zincirinin bu yönüne takılmanın zarar verici olduğunu düşünüyorum. Geçtiğimiz yıllarda, çok sayıda şiddet vakasının, tüyler ürpertici tecavüzün (ve sayısız cinsel saldırı ve kadınlara karşı şiddet hareketinin) hem devlet hem de merkez medya tarafından ihmal edildiği, görünmezleştirildiği ve bastırıldığı bir gerçek. Bu gerçeği tekrarlayıp durmak (ki bu zaten mantıklı düşünen her sol örgüt ya da öğrenci yahut kadın örgütü için aşikar bir gerçektir) şu anda hiçbir işe yaramaz. Tersine, bence tam da şimdi bir umut var. Bu olayın adaletin görmediği çok sayıda kadının adlarının ve hatıralarının daha önce hiç görülmemiş biçimde kamusal alanda anılmasına vesile olacağı umudu. Manipur, Dantewada ve Kaşmir’de Hint ordusu, sağcı güçler ve devletin diğer araçları tarafından kabile kadınları, Müslüman ve alt kast kadınlarına yönelik vahşet olayları, bu son olayın yarattığı öfke sonucunda bir kez daha ön plana çıktı. Yine de protestolara katılan vatandaşların büyük bölümünün feminist bir amaçla hareket etmediği bir gercek. Ama ote yandan kadın hareketinin kendisini bu olay etrafında kentsel ve yarı-kentsel Hindistan’ın geniş kesimlerinde yeniden tanımlayıp örgütlemeyi mümkün kıldığını da unutmamak gerek. Dolayısıyla krizin derinliğine ve önümüzde duran uzun savaşa rağmen bunu bir umut anı olarak görüyorum.

Diksha: Bu bir umut sebebi ve insan böyle olmasından çok mutlu oluyor. Siyasi yelpazenin her kanadından liderler haber kanallarında olay hakkında açıklamalar yapmaya mecbur kaldılar ve bu durum kadın düşmanı ve patriarkal bakışlarını açıkça ele verdi. Hindistan Kapısı’nda[i] öğrenci ve kadın örgütleri diğer protestocularla tartışma yürütme şansı buldu. Örneğin protestoda bir öğrenci “Buraya sizin için mücadele vermeye gelmedim, kızkardeşim için mücadele vermeye geldim. Burdan defolup gidin” dedi. Bunu duymak insanın canını yakıyor ama yine de kimse işlerin bir gecede değişeceğini ve tüm cinsiyetçi yargıların otomatik olarak ortadan kaybolacağını beklememeli. Sürekli bir taban çalışması gerekiyor. Okullarda ve evde çocuklar bağımsız düşünmeye sevk edilmeli, hazır inançlarla doldurulmamalı. Kişisel olarak bu hareketi kışkırtmada başlıca rolün çok sayıda öğrencinin sokaklara dökülmesi olduğuna inanıyorum. Toplu tecavüz kurbanı, bir öğrenciydi. Aynı zamanda öğrencilerin çoğunun kişisel bir savaş verdiği de gerçek (bu bana, anneme, kızkardeşime, bir arkadaşıma veya kız arkadaşa olabilirdi). Gelgelelim, muhteşem olan şey, bu olayın giderek siyasetten uzaklaşan Delhi öğrenci topluluğunu yeniden siyasallaştırmasıdır. Yine de şunu söylemek gerekir; sol öğrenci örgütleri ve kadın örgütleri önderlik etmeyip somut ve iyi düşünülmüş bir talep manzumesi ortaya koymuş olmasaydı bu, kadının namusuna ilişkin bir orta sınıf dramı örneği olurdu. Her iki örgütlenme de toplumsal cinsiyet tartışmasını daha yüksek bir seviyeye taşıdı. Hükümetin, hatta bazı öğrencilerin başlangıçtaki önerisi daha fazla kapalı devre kamera olmasıydı. Şimdi bir düşünün, temelde ne kadar orta sınıf ve kentsel bir talep. Kadınların çalıştığı çiftliklere kapalı devre kamera sistemi kurabilir misiniz? Kocaların karılarına tecavüz etmesini nasıl engelleyeceksiniz?

Bütününde öğrenci kadın örgütlerinin etkili bir şekilde hareket ettiğini, buldukları bu alanı kadınların çok konuşulmayan gerçekliği hakkında konuşup popüler medyaya taşımak için kullandıklarını düşünüyorum. Biri toplumsal cinsiyet hakkında konuşmaya başladığında otomatikman din, kast ve sınıf tartışmasına dalıyor. Bu dünyada feminizm hakkında olmayan bir şey yok. Bir kadın olarak haklarımdan bahsediyorsam, tuvaletimi temizleyen kadından veya ordu tarafından rutin bir şekilde tecavüze uğrayan kadınlardan nasıl bahsetmem! Hindistan’daki tren peronlarında altı ila on altı yaşındaki oğlan çocukları gündelik olarak tecavüz ediliyor. Ve evet, çoğunlukla karısı ve çocukları olan orta ve alt-orta sınıf heteroseksüel erkekler tarafından. Bu hareket az sonra unutulacak geçici bir parlama anı olarak kalmamalı. Bütün umudum olup bitenlerin birkaç kişiye toplumsal cinsiyete dayalı şiddetle, kendi içlerindeki ve dışlarındaki cinsiyetçi önyargılarla mücadele etme isteği için ilham vermesi.

Sel: İkinizin de dikkat çektiği üzere, olayın ardından bir çok kişi bu kadar güçlü bir toplumsal tepkinin oluşmasını tecavüze uğrayan kadının orta sınıf mensubu olmasına bağladı. Gerçekten sınıf faktorü bu derece etkiliydi diyebilir miyiz, bu değerlendirmeleri nasıl yorumlamak gerek?

Trina: Daha önce söylediğim gibi, ‘feminist’ mücadelenin seçkin, ‘Batı’dan ithal edilmiş’ bir ideoloji olduğu, Hindistan’ın kültürel bağlamına iyi oturmadığı iddiası bu ülkedeki kadın hareketi tarihinde yeni bir şey değil. Feminist mücadeleleri bu temelde itibarsızlaştırıp reddeden birçok girişimde bulunuldu. Ayrıcalıkların kırsal ve yoksul akranlarına göre kentli ve eğitimli kadınlara kolayca hazır edildiğinin göz ardı edilmemesi gerektiğini kabul etmekle birlikte, kadına yönelik şiddetin dilsel, kültürel ve ekonomik farklılıklara bölünmüş toplumumuzda tüm kesimlere uzandığını görmek de kaçınılmaz. Ama elbette Kaşmir, Manipur ve sürekli kuşatma altındaki ‘Kızıl Koridor’da kadınlara yönelik sistematik devlet şiddetinin, neredeyse faşist bir devletin doğrudan/dolaylı desteği aracılığıyla siyasi bir yoğunlaşması ve bir tür rutinleşmiş meşruiyeti var. Bu inkar edilemez ya da Hindistan’da üst kastın Dalit kadınlara yönelik rutin cinsel şiddeti yadsınamaz. Bununla birlikte bu özel tecavüz olayını görece seçkin, kent ortamında olduğu için harekete geçilecek doğru bir amaç olarak görmemeyi seçseydik, inanıyorum ki bu hem ahlaki hem de stratejik bir hata olurdu. Keza tecavüze uğrayan kızın alt orta sınıf bir aileden olduğu, kesinlikle seçkin kesimden olmadığı ve kalın sınıf bariyerleriyle tecavüzcülerinden ayrılmadığı da bir gerçek. Takip eden eylemlilik kentli ve kendini ifade edebilen kadınları görünür kılıp öne çıkardı, bu doğru. Fakat birçok kadın taban örgütünün katılımı da oldu, bunun özel olarak ‘seçkin’ bir protesto olduğunu söylemek haksızlık olur. Her şeyden önce böyle spontan bir eylemliliğin demografisi hakkında güvenilir ampirik dataya kim sahip ya da kim bunu toplayabilir? ‘Spontanlık’ kelimesi kuşkusuz olumlu ve olumsuz çağrışımlar barındırıyor -gerek başlangıçtaki protestoların arıziliği ve düşünülmemiş doğasının gerek sonrasında kadın grupları tarafında daha örgütlü bir eylemliliğin dikkate alınması gerekir.

Diksha: Annemin televizyondaki toplu tecavüz haberlerini izledikten sonra ilk tepkisi “Neden iyi kızları mahvetmek zorundalar, anlamıyorum. Biliyorsun çok ihtiyaçları varsa onlar için şu genelev mahallelerimiz var. Kurtlarını dökmek için oraya gitmeli ve bizi rahat bırakmalılar. O kadınların namusu ya da onuru yok nasılsa.” Teyzem, “bu tip insanların çevremizde olduğunu hayal edebiliyor musun Diksha”, dedi.
Ben: Ya, tecavüzcülerin başında boynuzu yok.
Teyzem: Hayır yani her sabah sebze satıcısına denk geliyorum ve şoförümüze çok güveniyoruz. Sen en azından Delhi’de otobüse binme lütfen.
Ben: Tecavüzler BMW’lerde de oluyor ve onlar çok daha kolay kurtuluyor.

Yani evet. Sınıf faktörü feminist mücadelenin parçası; bu kötü bir şey değil. Sol öğrenci örgütleri ve tabandaki kadın örgütlerinin tartışmayı daha yapıcı bir yöne sevk etmek için sorumluluk alması gerektiği de doğru. Bu protestolara dahil olma, Jawaharlal Nehru Üniversitesi’nde bir sol öğrenci örgütlenmesi aracılığıyla oldu; geçtiğimiz bir buçuk yıldan beri bu örgütleyim. Ama şimdiye kadar yedi yıldır feminist aktivist bir tiyatro grubunun parçasıydım. Varoşlarda, Delhi ve Rajastan çevresindeki köylerde toplumsal cinsiyet, sınıf ve din üzerine atölyeler gerçekleştiriyoruz. Protestolarda nasıl hissettiğimi düşünüyordum. O an sınıf mücadelesi ve toplumsal cinsiyet mücadelesinini ne kadar sıkı bir şekilde birbirine bağlı olduğunu düşündüm.

Sel: Haberler ve internette paylaşılan fotoğraflardan izlediğimiz kadarıyla eylem ve gösterilere erkeklerin katılımı bir hayli yüksek. Çok sayıda erkeğin kadına yönelik şiddete karsı protestolarda ön saflarda yer aldığını ve hatta kendilerinin ayrıca eylemler düzenlediğini görüyoruz.  Bu son süreçte erkeklerin katılımı gerçekten bu derece yüksek mi, en azından haberlere yansıdığı kadar? Eylemlerde yer alan erkeklerle feminist ve kadın grupları arasında ne tür ilişki ve ittifaklar kuruluyor?

Trina: Erkekler elbette bu olayın ardından ortaya çıkan protestolarda kayda değer ölçüde görünürler ve ses çıkarıyorlar. Fakat erkeklerin büyük kesimi protestolar sırasında bile gayet patriarkal korumacı ideolojiyi ve kadının saflığı/namusunun yitimini öncelikli meseleleri olarak tekrarlamayı sürdürdü. Bunlar kuşkusuz kadın hareketinin meseleleri olamaz ve aslına bakarsanız Hindistan’da hareketin şu konjonktürde yükseltmek istediği kadınların mutlak özgürlüğü, eşitliği ve onuru taleplerine aykırı düşmektedir. Kadınlara yönelik olarak kamusal/özel yelpazesini tümüyle kesen çeşitli şiddet biçimleri (ev içi şiddetten tecavüze, evden sokaklara) arasındaki sürekliliği vurgulamak istiyoruz. Ayrıca erkeklerin nihayetinde yalnızca ‘erdemli’ kadına tecavüz edilebileceği, ‘iffetsiz’ kadının cinsel şiddet ve patriarkal dizginlerle cezalandırılması gerektiğine yönelik değersiz bir kavrayışa varan klostrofobik saflık nosyonlarını bir kez daha tekrarlayarak ve bakire/fahişe ikiliğini üreterek kadınları anne, kız kardeş veya kız çocuk olarak korumaları gerektiği yönündeki patriarkal düşüncelerini reddediyoruz. Hem bu korumayı hem bu cezalandırmayı reddediyoruz. Öte yandan, protestolara çok sayıda (özellikle sol) öğrenci örgütü katıldığı için, pek çok genç erkeğin gerçekte kadın yoldaşlarıyla omuz omuza durduğu da doğrudur. Bu gerçekle yüreklenip umutlandık.

Diksha: Tiyatro yönetmenim olmasaydı -o bir erkek-, kadın olarak haklarım için mücadele ediyor olmayacaktım. Bana mücadele etmenin, ailenin ve okulun sana söylediğinden farklı düşünmenin mümkün olduğunu gösterdi. Hala 20 yıllık aktivizm sonrasında içinde biraz patriarkinin saklı olduğunu söylüyor. Bana kalırsa o benden daha fazla feminist.

Sel: İnsanların kitlesel olarak sokakları doldurması ve günlerce devam eden protestolar sonucu Hindistan’daki tecavüz olayı uluslararası alanda da epeyce konuşulup tartışıldı. Fakat Batı medyasında, özellikle de İngiliz basınında yer alan yorumlarda epeyce önyargılı bir dile rastlanmakta ve tecavüz kültürü özel olarak Hint kültürü ve doğu geleneğiyle ilişkilendirilmekte.  Bu konuda neler söylemek istersiniz? Hindistan’da feministlerin bu konuda ne tür tepkiler verdiklerinden biraz bahsedebilir misiniz?

Trina: Bunu gülünç buluyorum. Bu eleştirinin kesinlikle ne kadar mantıksız ve gülünç olduğunu görmek için Batı’daki, özellikle ABD’deki kadınlara yönelik tecavüz ve şiddet istatistiklerine bakmak yeterli. ABD’de yakın zamandaki seçimler öncesi Cumhuriyetçi siyasetçilerin ‘meşru’ tecavüz açıklamaları ve benzerleri Hindistan’daki Hindu sağ güçlerin yaptıklarından daha az baskıcı ve kınanacak açıklamalar değildi. Bir kez daha sömürgeci dönemden kalma eski bir tartışma farklı kılıklarda devam ediyor. Kadınların statüsü çeşitli ‘modernite’, kalkınma ve küresel sermaye savaşlarının verilebileceği zaptedilmiş bir alan haline geldi. Kadınlar burada esas mesele değil, saikler başka. Buna ilişkin hayale kapılmıyoruz ve bu meseleler olmaksızın da yapabiliriz.

Diksha: Örneğin ben İngiltere’de Leeds Üniversitesi’nde bir İngiliz’in saldırısına uğramıştım.

Sel: Toplu tecavüz olayı tecavüzcüler için ölüm cezasını talep edecek bir halk öfkesini ortaya çıkardı nihayetinde. Peki kadın örgütlerinin ve muhalif grupların bu konuya yaklaşımı ne, feministler arasında bu mesele nasıl ele alınıp tartışılıyor?

Trina: Feminist hareket ve birçok kadın örgütünün yanı sıra sol öğrenci grupları da ölüm cezasına kesin bir şekilde karşı. Bunu ilkel ve kınanacak bir adalet tazmini ve kadın mücadelesini ilerletmeye yaramayacak bir şey olarak görüyoruz.
Diksha: Ölüm cezası kadına yönelik suçtan bireyi sorumlu tutar. Oysa bu suçlar toplumun tüm toplumsal ve kültürel dokusunun parçasıdır. Bir kişiyi ortadan kaldırmak sorunu çözmez. Ayrıca barbarca bir hareket, sağlıklı bir demokrasiye uygun değil.

Sel: Bu ülke çapında ortaya çıkan ayaklanmanın ilerleyen günlerde sonuç ve kazanımlarına ilişkin öngörüleriniz nelerdir? Bu olayın ardından kadına yönelik şiddeti engellemek ve onunla mücadele etmek için kadın örgütleri hukuki ve siyasi düzeyde ne tür girişimlerde bulundu? Bu konuda biraz bilgi verebilir misiniz?

Trina: Verma Adalet Komisyonunun son derece değerli tavsiyelerinin devletçe göz ardı edildiğini ve Devlet Başkanı’nın ulusun gözünü boyamaya yarayacak rezalet bir karar olarak değerlendirdiğimiz kararnameyi imzaladığını haberlerde okumuşsunuzdur. Birçok madde ihmal edildi ve kabul edilmedi: Evlilik içi tecavüz hala var olmayan bir kategori, Ordu hala tecavüz davalarında yasal dokunulmazlığa sahip, 16-18 yaş arası rızaya dayalı seks hala bir suç ve her şeyden öte, suçlu toplumsal cinsiyetten azade tanımlanıyor; yani, tecavüzcü ister erkek ister kadın olabilir. Bu ülkede zaten son derece kırılgan bir vatandaş topluluğunun kırılganlığını daha da arttıran bir faktör bu. Hareket elbette bu göz boyamayla kandırılmayı ya da tatmin olmayı reddediyor; kadın/öğrenci gruplarının Verma Adalet Komisyonu’nun tavsiyelerinin hemen uygulanması için protestoları Delhi’de ve tüm ülkede devam ediyor. Komisyon raporunun tam metnine internetten erişilebilir. Parlamento’da yaklaşmakta olan oturum öncesinde eylemliliği güçlendirip arttırmak istiyoruz.



Bu röportaj Amargi Dergi 28. sayıda yayınlanmıştır. İngilizce'den Türkçeye çeviri Pınar Şenoğuz'a aittir.
[3] Blog sayfasindaki cevirilerin bazilarini Amargi Dergi’nin sayfasindan okuyabilirsiniz: http://amargidergi.com/ Ayrica bir ceviri metin de Feminist Mutfak sitesinde yayinlandi: http://feministmutfak.com/2013/01/12/tecavuzu-protesto-eden-genc-erkege-mektup/


[i] ÇN: Yeni Delhi’de 1. Dünya Savaşı ve Afgan Savaşlarında ölen Hintli askerler anısına yapılmış dev bir anıt.

Ateşle Oynamak kitabının yazarlarından biri olarak Türkiye’de farklı şehirlerde söyleşi yapmak uzere gelen Richa Nagar’ın ilk durağı Ankara’ydı. Ayizi Yayınevi ve İHOP’un davetlisi olarak ve aynı zamanda birçok gönüllü kadının çabasıyla Ankara’ya gelen Hint kökenli feminist aktivist yazar, sabahtan itibaren bütün gün dinmeyen enerji ve coşkusuyla hepimize inanılmaz bir deneyim yaşattı. Hani bazı insanlarla tanışmak şanstır ya, kendinizi şanslı hissedersiniz ya karşılaştım diye, işte Richa Nagar’la bu hafta sonu yaşadığımız tam da böyle bir şeydi. Ve sanıyorum ki onu dinlemeye gelen, onunla tanışan ve karşılıklı hikâyelerini paylaşan birçok kadın çok benzer bir duyguyla ayrıldı cumartesi günkü buluşmadan. Son birkaç yıldır çalıştığım alandan dolayı Nagar’ın akademik çalışmalarından az çok haberdardım ve bugüne dek bazı makalelerini İngilizceden okumuştum ama yakın zamanda Ayizi yayınevinin Türkçe’ye kazandırdığı Ateşle Oynamak kitabını okuduğumda çarpıldığımı söylersem abartmış olmam. Hem anlattığı eşsiz deneyimle hem de bunu anlatma biçimleriyle Hindistan’daki dokuz kadının yolculuğunu anlatan bu kitap beni derinden etkiledi. Aslında bu duygumu paylaşmak ve başkalarına da aktarmak için kitabı ilk okuduğum zaman üzerine bir şeyler yazmayı çok istemiştim ama mümkün olmamıştı. Artık bu buluşmadan sonra daha fazla ertelemek istemedim ve bir şekilde paylaşma isteği ve sorumluluğu duydum.

Peki Nagar bize ne anlattı, ne söyledi de bu kadar etkilendik? En başta da söylediğim gibi kendisinin Türkiye’ye asıl geliş nedeni, yazarlarından biri olduğu Ateşle Oynamak kitabı üzerine konuşmak ve okuyucularıyla buluşmak. Ama öyle basitçe kitap demek biraz haksızlık olur çünkü kitabın yazılmasına vesile olan dokuz kadının yolculuğu şu an yaklaşık altı bin kişilik üyesinin olduğu bir harekete dönüşmüş durumda; adını da kitabın Hintçe baskısından almış: Sangtin Yatra. Nagar, Awadhi dilinde Sangtin sözcüğünün “kadınlar arasında dayanışma, karşılıklılık ve kalıcı dostluk” diye tarif ediyor, Yatra ise yolculuk anlamına geldiğini söylüyor. Yani, bu kitap ve sonrasında oluşan bu hareket, kendilerine Sangtin adını veren farklı sosyopolitik konumlardan gelmiş dokuz kadının ortak yolculuğunun hikayesinin bir ürünü. Kitaba başlarken Nagar, “insan dokuz kadının çıktığı bir yolculuğun hikayesini nasıl anlatır?” diye soruyor. Ben de şimdi bu kısacık yazıda kitaptan okuduğum ve sonra kendisinden dinlediğim bu hikayeleri nasıl anlatabilirim diye düşünüyorum. Sanırsam çok mümkün değil ama yine de Nagar’ın önerdiği gibi bu dokuz yolcunun sesine kulak vermek adına öncelikle “dokuz sesten mürekkep bu koro”nun yedi üyesinin isimlerini tek tek anmayı isterim: Anupamlata, Ramsheela, Reshma Ansari, Shashibala, Shashi Vaish, Surbala ve Vibha Bajpayee. Hindistan’ın Sitapur Bölgesi’ndeki yetmiş köyde örgütlenme işlerinde çalışmış, farklı kast ve dinlerden gelen köy düzeyindeki STK aktivisti olan bu yedi kadın, bölge düzeyindeki STK aktivisti olan Richa Singh ve Minnesota Üniversitesi’nde hoca olan Richa Nagar ile bir araya gelerek Sangtin Yatra/Ateşle Oynamak’ı ortaya çıkarıyor. Beraber çıktıkları bu zorlu yolculuğu kendilerinden dinleyelim: “Hayatımızın ve emeğimizin yolculuğu, Aralık 2002’de yapmaya karar verdiğimiz anlaşmayı ve çabamızı böyle isimlendirdik. Sizinle paylaşacak olduğumuz bu hikayeler, neşe ve keder; mücadeleler ve hayaller bu yolculuğun ilk molasından. Yolculuğumuzun ilk bölümünde neler başardığımızı tarif etmek zor – özgüvenli, kolektif bir ruh, birinin diğerine derin saygısı ve yüküyle bizi ezen bir toplumda yaşamak ve mücadele etmek, bizi bağlayan zincirleri kırmak için daha derin bir kavrayış. Ancak bu zincirlerin ağırlığı altında ezilirken bir sonraki savaşımızı planlayabiliyor, yeni olasılıkları hayal edebiliyoruz.” Ve Sangtin kadınları, sayısız özlemler, hayaller, mücadeleler ve gözyaşlarının birbirine karıştığı bu ortak yolculuğun gerçeği sonsuza dek değiştirdiğini söylüyorlar. İşte bu hafta sonu biz Ankara’da bu yolculuğa çıkmış kadınlardan birini, kendi de bir Sangtin olan Richa Nagar’ı ağırladık.

Bu arada, merak edenler için biraz Richa Nagar’dan bahsedeyim. Kendisi şu anda Minnesota Üniversitesi’nde profesör, ama bildiğiniz profesörlerden değil.  Nagar akademisyen olarak hayatını sürdürüyor ama aktivistliği hiç bırakmamış, Amerika’da yaşıyor ama doğduğu, büyüdüğü Hindistan’dan hiç kopmamış, İngilizce dilinde okuyup yazıyor ama kendi dili Hinduca’da yazmaktan vazgeçmemiş, akademik dergi ve kitaplarda yazıyor ama gazetecilik ve yaratıcı yazarlığa devam ediyor. Her ne kadar kendisini kadın çalışmaları bölümünde daha evinde gibi hissettiğini söylese de ilk çalışma alanı olan coğrafyadan edindiği bilgi ve kavrayışı bütün çalışmalarının hala temelini oluşturuyor. Evet, aslında Nagar’ın sırrı tam da burada yani beslendiği hiçbir şeyi bırakmamasında, birini diğerine tercih etmemesinde bana kalırsa; kendisi tüm bu farklı alanların, bilgi ve deneyimlerin birlikteliğinden güç alıyor ve tüm bu yerlerde var olmanın, üretmenin ve bunları paylaşmanın gerekliliğine inanıyor. Zaten ona sorarsanız bunların hiçbiri birbirinden ayrılamaz ve biri diğerinden üstün ya da ayrıcalıklı değil, sadece farklı bilgi üretim süreçleri. Bunların tümünün kesiştiği noktaların en başında ise feminizm geliyor. Nagar, bu alanların hepsinde bir feminist olarak bulunuyor ve daha da önemlisi her biriyle ilişkilenirken feminist politika yapma uğraşını hiç kaybetmiyor.

Bu yazıyı yazarken Amerika’daki bir arkadaşım Richa Nagar’ın, bulunduğu üniversiteye ziyaretinin ardından “sadece hikaye anlattı, bunda bilimsel olan ne?” diye yorumlar yapıldığını söyledi. Açıkçası bugün üniversitenin ve bilimsel bilginin nasıl tanımlandığı ve üretildiğini ve bu bilgi üretim sürecinin nasıl ayrıcalıklı bir şekilde konumlandırıldığını düşününce bu tepkiler çok da şaşırtıcı gelmiyor. Oysaki biz Ankara’da derin bir teorik birikim ve eşsiz bir politik deneyimle donanmış, sadece araştırma yapma peşinde olmayıp neyi nasıl yaptığını sorgulayan ve bir şeyleri değiştirmeyi dert edinen bir akademisyenle karşılaştık. Bir yandan küresel kalkınma süreçleri ve kadının güçlendirilmesine ilişkin bilgiler sunarken diğer yandan birlikte çalıştığı kadınların hikayelerini anlattı bize büyük bir özenle, şüphesiz kendisininkini de dışarda bırakmadan. Evet, Nagar hikayeler anlatıyor ama değme bilimsel bilgiden daha gerçek. Hatta biraz daha ileriye giderek diyor ki farklı kadınlarla birlikte yol alırken birlikte yaşadıkları acı ve gözyaşı bile ortaya çıkardıkları ve bugün bizlerle paylaştıkları bilginin bir parçası olarak görülmelidir. Maalesef bugün artık görmeye çok alışık olmadığımız bir araştırmacı ve eylemci resmi çiziyor Richa Nagar ve bize çıkışsız olmadığımızı, farklı yaşama ve üretme biçimlerinin mümkün olabileceğini hatırlatıyor. Ama en çok da daha adil ve iyi bir dünya için, birlikte mücadele etmek ve güçlenmek için bulunduğumuz yerin, sahip olduğumuz ayrıcalıkların farkına vararak sorumluluk almaya çağırıyor.


Evet, bu hafta sonu Ankara‘dan Richa Nagar geçti. Deneyimiyle, politik tavrı ve güçlü eleştirel bakışıyla ama en çok da yüreğiyle, coşkusuyla inanılmaz bir iz bıraktı ardında. Ankara’da olup da kaçıranlar adına üzülmedim değil ama İstanbul ve Diyarbakır'da bulunanlar için hala geç değil. Eğer imkanınız varsa kaçırmayın derim, kendinize bir iyilik yapın ve gidin dinleyin. Baskı ve şiddetin her geçen gün arttığı, birlikte yaşama ve eylem alanlarının giderek azaldığı bugünlerde inanın herkese çok iyi gelecek bir paylaşım. Ama hiç olmadı Ateşle Oynamak kitabını alıp okuyarak Richa Nagar ve Sangtin yazarlarının yolculuğuna ortak olun.

* 25 Nisan 2012 tarihinde Bianet'te yayınlandı.


Hint kökenli feminist aktivist yazar Richa Nagar, yazarlarından biri olduğu Ateşle Oynamak kitabını anlatmak ve okuyucularıyla buluşmak üzere Nisan ayı içerisinde Türkiye’de çeşitli illerde bir dizi söyleşi yaptı. Bunlardan ilk uğrak yeri olan Ankara’da Ayizi Yayınevi ve İHOP’un ön ayak olduğu tam bir gün süren buluşmada, Richa Nagar yoğun programına rağmen bizi kırmayıp sorularımızı yanıtladı. Kendisini yakalamışken farklı alanlarda ve coğrafyalarda feminizm deneyiminden hareketle feminist politika yapmanın zorluklarına ilişkin bir söyleşi yapmak istedik. Uçağına sayılı saatler kala kahvaltıda benimle buluşmayı kabul eden sevgili Richa Nagar tüm sorularımı büyük bir özenle ve incelikle tartarak cevap verdi. Bu söyleşi boyunca, bugün feministler için can yakıcı öneme sahip olan hibeye dayalı STKlar, profesyonelleşme, güçlen(dir)me, farklılık gibi birçok konuda düşünce ve deneyimlerini ve aynı zamanda endişe ve hayal kırıklıklarını benimle içtenlikle paylaştı. Söyleşinin sonunda imzalaması için verdiğim kitabı eve gelip açtığımda, Richa’nın yaptığımız konuşma için “zor sorular üzerine samimi bir diyalog” diye bahsettiğini gördüm ve bu nedenle yazının başlığına da böyle bir isim verdim. Söyleşiyi okurken akademide, politika ve sanat alanında bir feminist olarak nasıl mücadele etmek gerektiğine ve bu anlamda samimiyet ve güven temelinde bir diyalog kurma ihtiyacına dair önemli ipuçları bulacaksınız ve aynı zamanda dünyanın farklı yerlerinde olsak da sorunlarımızın ne kadar ortaklaştığına.

Sel: Şöyle başlayalım, sürekli bir yolculuk fikrinden bahsediyorsunuz Sangtin deneyiminizi anlatırken, sizin deyişinizle Hindistan’da bu yolculuğa nasıl başladınız? Daha önceden belirlenmiş bir karar mıydı, nasıl gelişti bu bölgede çalışmak?

Richa: Dün de belirttiğim gibi, Tanzanya’daki çalışmamdan sonra, iki tür sorum vardı; ilki birinin akademik bilgiyi nasıl kullandığı ve bu bilginin aldığı biçimlerdi. Diğeri benim – akademisyen, düşünür ve yaratıcı yazar ya da yaratıcı işçi olarak- kendim veya başka insanlarla birlikte ürettiğim bilgiyi onların yaşadıkları yerlere nasıl geri döndürebileceğim ve bu bilgiyi nasıl anlamlı kılabileceğim ile ilgiliydi. Tanzanya’daki araştırmanın sınırlılıkları ve benim kurumsal konumum itibariyle, o zaman bunların üstesinden gelemedim. Örneğin, Gujarati ve Kiswahili’de araştırmamı yayınlamak istedim ancak o zamanlar bulunduğum bölümde bu yaptığım önemli bir entelektüel çalışma olarak görülmedi. Bu, akademik kariyerime yeni başladığım zamanlardı. O zaman fark ettim ki, üç kıtanın üç farklı ülkesinde yaşamak ve buralara politik olarak bağlı olmak kolay olmayacak. Orada yapmak istediğim politik ve yaratıcı çalışmalar açısından, Kuzey Hindistan’da sağlam köklerim vardı. Bir öğretmen ve akademisyen olarak Amerika’da yaşıyordum. Ve sonra, Güney Afrika’da başlamış olduğum bu çalışma vardı ve fark ettim ki, eğer tüm enerjimi bir şeyler inşa etmeye sarf edeceksem ve belirli mücadelelerle dayanışma kuracaksam, zor seçimler yapmam gerekecekti. O zaman işte Hindistan’daki çeşitli STK’larla çalışmaya başladığım 1996 yılıydı.
1996–2002 yılları arasında, NSY şeklinde kısalttığımız grubu da kapsayan bir dizi kadın örgütünde gönüllüydüm. Program Hindistan hükümetince destekleniyordu. Başlangıçta Hollanda hükümeti tarafından fonlanmıştı ve 1995’te Dünya Bankası devreye girdi. Bu program için Uttar Pradesh’teki çeşitli bölgelerde gönüllü çalışmaya başladım. Uttar Pradesh aynı zamanda benim de doğup büyüdüğüm ve güçlü köklerimin olduğu yer ve bu anlamda Hindu dilinde yazmayı da çok önemsiyordum. Yani ne yaptığım önemli değil, her şekilde Hindu dilinde yazabiliyor olmalıydım.
Kuzeydeki araştırma kurumlarından insanlar Hindistan kırsalında taban örgütlenmesi yapmaya karar verdiklerinde Uttar Pradesh ve Bihar'ı şiddet dolu, okuma yazma bilmemenin yaygın olduğu, kadınların can güvenliğinin bulunmadığı çetin yerler olarak görüp korkuyorlardı. Ama benim hep çalışmak istediğim yerler buralardı. Burada NSY Uttar Pradesh’in başkanının 2004’te bize yönelttiği saldırıyı bir kenara bırakarak NSY hakkında birkaç şey söylemeliyim; bu örgüt Hindistan’ın kırsal bölgesindeki feminist taban örgütlenmesini mümkün kılan örgüttür. Bu bakımdan, NSY’nin konumu benzersizdi. 1998 ve 1999 yıllarında Budelkhand’da kadın tiyatroları üzerine yapmış olduğum çalışma da yine bu program tarafından desteklenmişti. Ancak NSY’de gönüllü olduğum ve çalıştığım 1996–2002 yılları arasında, NSY’yi ve diğer kadın örgütlerini belirleyen çeşitli farklılıkları ve ayrıca hem ulusal hem de bölgesel platformlardaki sessizlikleri de anlama noktasına geldim. Bu, sangtinlerin Ateşle Oynamak’ta bahsettikleri eşitsizlikler ve sessizliklerdi; yani, çok daha büyük eşitliği gerçekleştirmeyi isteyen örgütlerin içinde seçkinciliğin etkili olma biçimi. Örgütlerdeki herkesin üzerine konuştuğu ancak hiç bir resmi teyidin olmadığı bir şeydi. Bu kaçınılmaz gerçeklik olarak görülüyordu, ya da bu soruların önemini teslim etmeye ilişkin bir direnç vardı. Bir şekilde kendimi hüsrana uğramış hissediyordum çünkü üstesinden gelmek istediğim sorular vardı ancak bunun mevcut dayanışmamız içinde ve mevcut atmosferde mümkün olamayacağını hissetmiştim. Bu benim için şu demek oluyordu, siz ve ben karşılıklı olarak birbirimize bağlıyız, içinde bulunduğumuz yapılarda bir sorun görsek dahi bunun hakkında konuşmayız, çünkü yarın birlikte bir şey üzerinde çalışmaya devam edeceğiz, dolayısıyla yapısal ve tutumsal problemleri tespit edip onlarla mücadele etmek yerine çenemizi kapalı tutarız. Bu dönem, Richa Singh ile tanıştığım, kesintili olarak Sitapur’da vakit geçirdiğim zamanlardı. 1996’da Sitapur’daki NSY programı yeni başladığında, annemle Sitapur trenine bindik ve orada iki gün bir gece geçirdik. Ondan sonra, bölgesel toplantılarda Richa Singh’le karşılaştım, o “bir örgütten diğerine gezinip duruyorsun, neden Sitapur’a gelmiyorsun?” diye sitem edince ben de genellikle şuna benzer bir cevap verirdim: “Diğer örgütlerde yapılması gerekenleri halleder etmez gelmeyi çok isterim”. Bir gün, Mart 2002’deki Holi festivali esnasında, Richa ailemin evine gelip işlerimin nasıl gittiğini sordu, ben de ona “bu çok zor, dürüst sorular soramıyorsun, iktidar sahibi kişilerin dinleyip dinlemediğinden asla emin olamıyorsun” dedim. O da “tüm bunlar bizim de hayal kırıklığına uğradığımız şeyler, etkili raporlara dönüştürülmediği için kimse çalışmamıza değer vermiyor” dedi. Daha sonra çalışmalarımızı belgelendirmenin politikası, tabanda olup bitenin bu belgelerle gerçekten ölçülüp ölçülemeyeceği, İngilizce raporlar ve belgeler hazırlamak üzere eğitilmiş kişilerin şık ve ustalıklı sunumlarının gerçekte neler olup bittiğini yansıtıp yansıtmadığı hakkında konuştuk. Daha sonra feminist araştırmanın politiği, belgeleme yapımı ve toplumsal cinsiyet eğitimleri gibi konular hakkında konuştuk. O zaman (Richa) dedi ki, “gelmen lazım, tüm kadınlarla birlikte konuşup bu konuşmanın bizi nereye götüreceğini görmeliyiz”. Böylece Sitapur’a gittim, belgelendirme politikaları ve kadınların feminist olmaları için verilen eğitim politikaları hakkında ve her zaman mevcut olan ancak üstesinden gelinmeyen, dile getirilmemiş hiyerarşiler üzerine bir diyalog başlattık. Daha sonra bu konuşmalarımızı mektuplar aracılığıyla sürdürdük ve aylar sonra Aralık’ta bir araya geldiğimiz NYS Sitapur’un üyeleri (ki bu kadınlar o sırada Sangtin’i kurmuşlardı), “yaşam öyküleriyle politik bağlamda çalışma deneyimimiz yok. Köylerdeki kadınların yaşam hikâyelerini toplar ve ne olduğunu anlarız, ancak gelecekteki çalışmamız hakkında düşünmemiz için bir yol olarak bunu tasarlamakta bize yardım edebilirsiniz” dediler. Böylece dokuz gün dokuz gecenin sonunda, yolculuklarımız üzerine kolektif olarak nasıl düşünüp yazmalıyız sorusuna ilişkin tüm bu süreç çıktı ortaya. Dokuz kadından oluşan bir grupta, bazıları kolayca yazabilirken bazıları yazamıyordu. Kimisi en çok Awadhi dilinde, kimisi Hinduca yazmanın daha kolay olduğunu düşündü. Yani dokuz kişilik bir grupta bile, kalem kâğıtla ilişki kurmanın, duygu ve düşüncelerin, çok değişik yollarını keşfediyorsunuz. Yolculuk böyle başladı.

Sel: Çoğu çalışmanızda, aynı zamanda “Ateşle Oynamak”ta da, eleştirileriniz hibeye dayalı STK’ların egemen olduğu bir dünyada, “güçlenme”nin anlamının katılığına işaret ediyor. Eleştiriniz aynı zamanda güçlenmenin doğrulanabilir-ölçülebilir tanımları ve kanıtlarını üretmenin gerekliliğini de ifade ediyor. Bunca bilgi ve deneyimden sonra, siz “güçlenme” kavramını nasıl yeniden tanımlıyorsunuz?

Richa: Dün sorulan bir soruya cevap olarak da söylediğim gibi, güçlenme ancak diyalog aracılığıyla gerçekleşebilir. Engellenmiş belli türde konuşmaları üretme olasılığı, bizatihi, güçlenmenin yeni anlamlarını üretmenin yolunu açabilir. Bu tür bir güçlenme herhangi bir organizasyon ya da bir liderler topluluğu tarafından önceden tanımlanamaz. Yalnızca bazı STK’lar için konuşmuyorum, bu her yer, her bağlam için böyle. Sınıfta bile, eğer içeri girer ve “ben feminist bir öğretmenim” dersem, ders bitiminde sizin de şöyle, şöyle olmanız gerekir ki o zaman size “güçlenmiş bir öğrenci” diyeyim. Öğrencinin, öğretmenin istediği şey olması durumunda bile bu, yine de öğretmenin kendi fikrinin dayatması olacaktır. Yani, “Ateşle Oynamak”ta, herkesin hem öğretmen hem de öğrenci olmasından bahsediyoruz. Şayet hepimiz, farklı deneyimlerden gelen kadınlar olarak, bu deneyimleri dürüstçe paylaşıp, analiz edip yorumlayabilirsek, bilgi üretiminin kolektif süreci ne öğrenmemiz ve aynı zamanda ne öğrenmememiz gerektiğini fark etmemize de imkân tanır. Ancak o zaman birlikte hayal kurmaya ve ileriye yönelik bir görüş oluşturmaya başlayabiliriz. Dün, sabahki oturumda, tiyatro grubundaki arkadaş dedi ki, sonunda bir oyun olup olmadığını umursamıyoruz, önemli olan sürecin kendisidir. Bu nokta bizim için çok çok benzer; güçlenme, herkesin öğrettiği ve öğrendiği bir topluluk yaratım sürecidir, aynı zamanda bilginin, düşüncelerin kolektif paylaşımı, çetin diyaloglardan gelişen düş ve ileriye yönelik bir görüş oluşturma süreci olduğunu anlamamızdır. Aynı zamanda bu süreçte bu senin ya da bu benim diyemeyiz, her şey kendi kişisel yolculuklarımıza saygılı, birleşik ve karışık bir görüş haline dönüşür. Bu süreç, güçlenmenin kaynağıdır. SANGTIN KISAAN MAZDOOR SANGATHAN’da, işte Tama isimli gözleri görmeyen Dalit (1) bir adam ve çocuk felci hastası, yine Dalit olan, Kamlesh var. Bazen onlar ve onlar gibi aşırı derecede ötekileşmiş konumlarda olanların enerjilerine, harekete dâhil oluşlarına bakınca, neden bu hareketin işe yaraması için kendi ruhlarından bu kadar ödün veriyorlar diye sorarsınız. Çünkü hareketin başarıya ulaşmasıyla, çocukları daha iyi eğitim alamayacaklar ya da günün sonunda temiz su veya bir öğün yemeğe kavuşamayacaklar. Onların hiçbiri için maddi kazanımlar garanti edilemez, fakat yine de kendilerini güçlenmiş hissediyorlar. Neden? Çünkü bir araya gelerek topluluğun sosyal ilişkilerindeki bir şeyleri değiştirebilmişlerdir: hareketin bir parçası olan 60–70 köyde kalkınma uzmanlarının kırsaldaki insanlara davranış biçimi, halkın hükümetten hesap sorma şekli, kast sistemi, dokunulmazlık ve cinsiyet baskısı gibi sorunların politikleştirilme biçimine etkide bulunmuşlardır. Dolayısıyla güçlenme, önceden tanımlanmış bir hedef olduğundan ötürü gerçekleşiyor değil. Hareketin inşası sürecinde, kendi içinde oluşan ilişkiler ve ittifaklar, yeni olasılıklar, düşler ve enerjiler bunu mümkün kılıyor.

Sel: Çalışmalarınızda, hibeye dayalı STK’ları küreselleşmenin belirli bir formu olarak yorumluyorsunuz. Bu bakımdan, temel eleştirilerinizden biri, bu STK’ların gündeminde, toplumsal ya da yapısal değişme düşüncesinden giderek artan bir uzaklaşma olduğu. Yayınlamış olan Saraswati Raju ile bir konuşmanızda (2), Raju küreselleşmeyle ilişkili süreçten bahsederken “insanlar bu durumu değiştirmekten çok adapte olmaya çalışıyorlar, çünkü küreselleşme artık bir seçenek değil, olgunun ta kendisi. Bundan kaçamazlar, örneğin, profesyonelleşmeden kaçamazlar, yalnızca onunla baş etmeye çalışırlar” diyor. Siz ne düşünüyorsunuz, size göre de gerçekten böyle mi? Kadın STK’larının daha güçlendirici değişimleri zorlamak ya da yaratmak adına sahip oldukları alanlar ya da olasılıklardan söz edebilir miyiz?

Richa: Sanırım Saraswati ve ben bu diyalog içinde farklı pozisyonlardayız, aynı zamanda bu yazı Sangtin Yatra’nın başlangıcından önce yazılmıştı. Vurgulamaya değer bir diğer nokta da şu ki, bazı çalışmalarımda STK’lar ve toplumsal hareketler arasında ayrım yapmış olsam da, bu aslında yapılması çok çok zor bir ayrım; çünkü günümüz ortamında, en azından benim çalıştığım ortamda, çoğu zaman temelde kayıtlı bir kuruluş ve bir hareket birlikte kurucu öğelerdir- birbirlerini destekler ve biri diğerine olanak sağlar. Örneğin SKMS olayında hala, insanların STK olarak kurmuş oldukları, Sangtin adında kayıtlı bir kuruluş mevcuttur, fakat temelde hareket kendini Sangtin Kisaan Mazdoor Sangathan (SKMS), Sangtin Köylüleri ya da İşçi Örgütlenmesi olarak adlandırmıştır. Çeşitli girişimler için, örneğin bir politik tiyatro için ya da hareket içindeki insanların başka hareketleri ziyaretleri için fona ihtiyaç duyulduğunda, Sangtin hareketin kendi faaliyetine devamlılığını sağlayacak fonu toplayan kuruluştur. Eğer biri tüm bunlara çok sabitlenmiş gözlerle bakmaya başlarsa, STK’ların kötü ve toplumsal hareketlerin iyi olduğunu düşünebilir, böyle olunca da gerçekten toplumsal hareketlerin fonlanacak? aktiviteleri için pazarlığa oturduğu karmaşık durumları, ilişkileri görmeye gerek duymayız. Ayrıca bazı STK’lar kendi tercihlerine göre fonlar bulabilmektedirler. Böylece tüm STK’ları, hibeye dayalı ve politik hedefler açısından kısıtlı diye genellemek tehlikeli olabilir; ancak genel olarak konuşursak, eğer projeleri hibe sahipleri yönetirlerse, o zaman organizasyonun öncelikli hedefi yerel düzeydeki öncelikleri düşünmekten ziyade, kendi devamlılığını sürdürmeye odaklanır (Ofis, personel, telefon, internet v.b.). Yani, bana göre Saraswati’nin bu bölümde söylediği, STK’ların ortadan kalkmayacağı. Refah devleti sorumluluklarını bırakıp STK’lar devletin fonksiyonlarını yerine getirmeye başladı, STK’larla bütünleşmek zorundayız. Aynı zamanda, önceliklerini gündemde tutmaları için STK’lar ve toplumsal hareketlerden hesap verebilirlik talep etmemiz de bizler için önemli, böylece en tabandan ifade edilen, hangi fonların ulaşılabilir olduğundan ziyade insanların ne üzerine çalıştıkları.

Sel: Dediklerinize tamamen katılıyorum ve söyledikleriniz aynı zamanda şu anlama da geliyor, yani STK’lara yönelik eleştirileri güçlendirmek için sizin de söylediğiniz gibi güçlü toplumsal hareketlerin varlığına ihtiyaç var. Kadın STK’ları bu alanda son derece etkileyici ve belirleyici olurlarken, bağımsız küçük kadın gruplarının ne tür bir rolü olabilir ve bu süreçleri nasıl etkileyebilirler? Bu açıdan, aynı zamanda biz feministler olarak STK’larla ne şekilde ilişkilenmeliyiz ve bunu pratikte nasıl gerçekleştirebiliriz?

Richa: İkinci sorunla başlayayım. Şuna inanıyorum ki feministler kurumsallaşmanın, kişisel şöhret ve ödül yapılanmalarının tehlikelerini anlamalılar. Dün bunlar hakkında akademi bağlamında konuştum, aynısı STK’lar için de geçerli. Sınırlar üstünden doğru işbirliği ve doğru diyalog, profesyonelleşme bağlamında akademi ve feminist işbirliği arasındaki paralellikleri tanımlamamıza yardım edebilir– feminizmin akademi içerisinde profesyonelleşmesi ve feminist aktivizmin STK’lar üzerinden profesyonelleşmesi. Böyle yaptığımızda, etkili olan yapısal süreçleri anlarız. Çoğu zaman feminist akademisyenler bazı konularda kendi eleştirilerini getirip bırakırlar ve STK temelli feministler de aynı konularda kendi eleştirilerini yaparlar ancak bu konuşmalar ayrı kalır ve bir diyalog olmaz. Bana kalırsa bu tip konuşmaları yeniden bir araya getirmeliyiz çünkü ancak bu şekilde yapılara karşı çıkabiliriz. Bu aynı zamanda bilgi üretiminin politiğine ilişkin de bir şeydir. Ne tür bilgiler oluşturulmalı ki işler haldeki yapısal kısıtlamaların ayırdına varabilelim. Aynı problemlerin toplumsal hareketler bağlamında da mevcut olduğunu söyleyeceğim. Dünyamız üzerinde profesyonelleşmenin getirdiği baskılardan, bulunduğumuz konuma bağlı olarak tüketim ve kapitalist yapılardan muzdarip olmayan herhangi saf bir alan yok – akademi, sosyal hareket ya da sanatsal üretimin yapıldığı herhangi bir yer. İhtiyacımız olan, hepsini aynı haritaya koymak ve ne tür kolektif stratejilerin gelişebileceğine bakmak. Bu, işbirliğine olan inancımın, buna inanmaya devam etmemin de sebebi. Bu demek değil ki işbirliği her şeyin cevabı; ancak değişik yerlerdeki güç ve farklılık politikalarını anlamamıza, daha etkili eleştirel analiz ve müdahaleler üretmemize izin veren elimizdeki mevcut en güçlü araç, işbirliği. Burada kişisel arzuların politiğinden de bahsetmek istiyorum –yani bizim bireyler olarak ne yemek, nasıl yaşamak istediğimiz, çocuklarımız için ne tür iş ve gelecekler istediğimiz, ne tür evlerde yaşamak istediğimiz bağlamında piyasayla nasıl ilişkilendiğimiz. Bu arzuların politiğini anlamak ve kendi çelişkilerimiz üzerine kafa yormak zorunda olduğumuz bir dünyada yaşıyoruz. Tüm bu hususlar özdüşünümsellik ve sorgulamaya kadar uzanır. SKMS’de bu tür bir özdüşünüm için Hindi dilindeki Atmamanthan sözcüğünü kullanıyoruz. Atmamanthan kişinin kendi ruhunu araması anlamına gelir. Yani, kendimizi bireysel ve kolektif olarak sorgulayabileceğimiz çok boyutlu bir sorgulama gerekiyor. Bu tür bir sorgulama ya da ruh arayışı yalnızca STK’lara ya da yalnızca akademiye odaklanamaz; ne sanat ne de politik hareketler bu sorgulamanın dışında kalabilir. Ve STK’ların güçlü olmaları bağlamında söylediklerin, bence bağlamlarına göre bakılmalı. Örneğin, Hindistan bağlamında, devletle yakından çalışan bazı STK’lar olduğu gibi devletle çalışmayan STK’lar da vardır ve devlet politikalarının adil uygulanmasıyla uğraşmanın, reformist bir pratik mi yoksa yapıları değiştirmeye yardım edecek bir girişim mi olduğuna dair önemli tartışmalar yürütülmektedir. Benzer şekilde, haklar çerçevesiyle, kültürel kimlikler konusuyla, yoksul ve yerli halkların toprak, su, temiz hava ve ormanlara ulaşımı için mücadelesiyle ilgili sorular bulunmaktadır. Hem toplumsal hareketler hem de STK’ların bu sorular üzerinde nasıl çalıştıklarını, bu soruları nasıl teorize ettiklerini anlamamız gerekiyor. Bunun yanında, birbiriyle örtüşen gündemlerle, benzer politik taahhütlerle çalışan STK’lar ve toplumsal hareketler arasında ittifaklar inşa etmek için çaba göstermemiz gerekiyor. STK sektörünün toplumsal hareketlerden ya da akademi alanının sanattan ayrışmasına ihtiyacımız yok. Tersine, farklı yerlerden gelen eleştirilerin ortak bir politik stratejiye dönüştürülmesine odaklanmaya, bu farklı yerlerin birbirleriyle diyalog halinde olmalarını mümkün kılan aktif bir ittifak inşası politikasına ihtiyacımız var.

Sel: Bu anlattıklarınızdan hareketle, tartışmayı başka bir açıdan devam ettirmek istiyorum. Üzerinde durduğunuz bir diğer önemli husus da, uluslar aşırı feminist pratikler. Çalışmalarınızda bunun farklı bilgi türlerini, beceri ve alanları birleştirerek yaptığınız bir tür öneri ya da çözüm olarak yer aldığını görüyoruz -şüphesiz izlenecek tek yol anlamında değil. Bunun yolları ve koşullarından biraz bahsedebilir misiniz? Size göre tartışmamız bağlamında uluslar aşırı feminist pratik neye tekabül ediyor ve siz bunu hangi bağlamda kullanıyorsunuz?

Richa: Etiketler hakkında endişeliyim, örneğin; post-kolonyal feminizm ve uluslar aşırı feminizmin arasındaki ayrım gibi. Dün bana güçlenme kavramını kullanmaya devam edip etmemeyle ilgili bir soru sorulduğunda, bir kavramı değiştirmenin işe yaramayacağı yanıtını verdim. Önemli olan, güçlenmenin nasıl yapıldığı. Eğer güçlenme yukarıdan dayatılırsa başarısız olur, fakat iktidar ve farklılığa dair sorgulamalarla bir diyalog kurmaya yönelik süregiden bir taahhütse ve bu diyaloğa dayanarak yeni görüşler yaratmaya çalışıyorsa o zaman güçlenme işe yarar. Benzer şekilde, post-kolonyal eleştiriyle ilişkilenmek bir zorunluluktur. Bizler, toplumsal ve siyasi adalet hakkında düşünmek isteyen herkes için, bilginin dolaşımı ve bilginin üretiminde iktidar ve temsilin eleştirileriyle boğuşmak elzemdir. Beyaz olmayan kadınların feminizmleri, post-kolonyal ve uluslar aşırı feminizmlerin de bağlı olduğu aynı şeyler hakkında konuştular. Bu nedenle, benim için etiket, içinde ne olduğuyla ilgilidir. Herhangi bir şeye “uluslar aşırı” diyebilir ancak ulusaşırılık etiketiyle kendini konumlayan insanlarla baştan sona bir fikir anlaşmazlığı içinde olabilirim. Burada asıl zorlu iş, gördüğüm kadarıyla, yapmış olduğumuz entelektüel çalışmadaki iktidar, ayrıcalıklı ses ve otoriteye ilişkin sorularla sürekli mücadele etmek ve aynı zamanda da bu anlayışları dayanışma ve ittifak politiğinin içine nasıl taşıyacağımızı düşünmektir. Bu da akademik teorilerin yetmediği nokta oluyor. Bir çok önemli soru soruyoruz ancak bu tür soruları başkalarıyla birlikte sormak için mücadele vermiyoruz. Akademi dışı ortamlara çeşitli kavrayışları taşımak ne anlama gelir? Bunu sormamız gerekir ki tabandan gelen bilgi ve mücadele ile akademiden gelen birleşebilsin ve somut bir politika tanımı yapabilelim, feminist ittifak ve dayanışmaların yeni biçimlerini bulabilelim. Sorulması gereken sorular şunlar: Bir kişi, farklılık politikalarıyla nasıl müzakere eder? Bütünün bir parçası olarak hayal kurmayı nasıl öğrenir? Dayanışmaları nasıl dile getirebiliriz? Şunu da akılda tutmamız gerekiyor ki bugün herhangi bir topluluk için işe yarayan şey, yarın işe yaramayabilir. Böylesi bir dinamik bağlamda, sorumluluğumuzu ve hesap verebilirlik duygumuzu bırakmadan zor sorular sormaya nasıl devam edebiliriz? Bu yalnızca akademik olanın ya da olmayanın hesap verebilir olmasıyla alakalı değil. Bu, toplulukta bulunan, ittifak içinde yer alan herkes için geçerlidir, hem temsil ettiğimiz mücadeleye hem de birbirimize karşı hesap verebilir olmayı öğrenmek. Yani, hesap verebilirlik ve sorumluluğun karmaşık politikasından söz ediyorum. Ayrıca bunun önceden tartışmış olduğum çelişkileri de kapsadığını düşünüyorum. Mücadele etmek ve şiddetin bazı yapılarını ortadan kaldırmak istiyor olsak da, hepimiz şiddet sistemlerine şu ya da bu biçimde katılıyoruz. Dolayısıyla hesap verebilirlik ve sorumluluk politikası, mücadele etmek isteğimiz yapısal şiddetle bizim nasıl ilişki kurduğumuzu, bu şiddetin neresinde durduğumuzu sürekli olarak sorgulamamızı da gerektiriyor..

Sel: Bir aktivist bilhassa da feminist bir akademisyen olarak, pratik düzeyde kendi deneyimlerinizden örnek verebilir misiniz?

Richa: Amerika merkezli bir akademisyen olmanın -yani araştırma fonları alan ve ailemde ya da hareketteki herhangi birinin aldığından kat kat daha fazla aylık maaş çeki olan- ne demek olduğu ve yapmak istediğim işi gerçekleştirebilmek için çeşitli dünyalar arasında seyahat edebilme ayrıcalığının benim için ne ifade ettiğini çok fazla sorguladım. Bu noktada topluluğun cömertliği hayret vericiydi çünkü hem ben hem kolektifin üyeleri aylık olarak ne kadar kazandığımızdan açıkça bahsedebildik. Bu konuşma, başının üzerinde yalnızca bir çatısı olan, evinde tuvaleti ya da kullanma suyu olmayan hareket üyelerinin olduğu bir bağlamda oluştu. Yani bu tür maddi farklılıklardan konuştuk fakat bu sırada kolektif üyeleri onları ayıran başka tür uçurumlara da örnek verdiler. Bunlar önceliklerimizdi ve bu anlamda Richa Singh, hepimiz SKMS’nin anti-hiyerarşik ve lidersiz bir hareket olduğuna inansak da, medya tarafından hareketin yıldızı olarak öne sürülmenin kendisi için ne anlama geldiğini konuşabildi. Benzer şekilde, seçimler sırasında, siyasi partiler tarafından hareketin bazı üyelerine yanaşıldı. Meslektaşlarım, yoldaşlarım, yani sangtinler bunun yalnızca benimle ya
da Amerikan maaşımla ilgisi olmadığını, aynı zamanda hepimizin hareketin parçaları olarak iktidarla ve topladığımız ilgiyle baş etmemiz gerektiğini söylediler. Onca gözyaşı ve acı veren diyaloglarla kurmuş olduğumuz SKMS ile ilgili harika olan şey ne dersen hepimizin bu soruları kendimize ve diğerlerine sorabilmemizdi. Yani bizler kolektif şekilde içine sokulduğumuz iktidarın şiddet yapılarını zorluyor ve buradan hareketle birlikte hayal etmeye ve inşa etmeye devam edebiliyoruz. Bunu sorular sorarak, kendi rahatımızı bozarak, birbirimizi hesap verebilir olmaya sevk ederek yapıyoruz. Gerçeğe saygı duymak ve onu beslemeyi sürdürmek, ancak en zor soruları sorarak mümkün olabilir.

Sel: Tam da bu bağlamda size, bir önceki soruda da vurguladığınız ve çalışmalarınızda da sıklıkla geçen sorumluluk kavramını sormak istiyorum. Bu kullanımın çok da rastlantısal bir şey olmadığı kanısındayım, özellikle de küresel feminist dayanışması, küresel uluslar aşırı kadın mücadelesi bağlamında düşünürsek çok önemli bir hale geliyor. Hatırladığım kadarıyla Ateşle Oynamak kitabının sonuç kısmında da bu tür bir bağlama işaret ediyordunuz. Bu anlamda bir sorumluluk politik bir ilke ya da araç olarak düşünülebilir mi sorusu benim son dönemlerde zihnimi epey meşgul eden meselelerden biri ve biz feministler olarak sorumluluğu politik zeminde daha çok düşünmeye ihtiyacımız olduğunu hissediyorum. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir, sorumluluk bize politik açıdan ne getirebilir?

Richa: Eğer iktidar her yerdeyse ve farklılık politikası devamlı müzakere etmemizi gereken bir şeyse, o zaman bir şeyleri çözüme kavuşturmaktan bahsetmiyoruz demektir. İktidar, diyaloğun içinde bile mevcuttur. Ama aynı zamanda şuna da inanıyorum ki iktidar eleştirisi, temsil ettiğimiz insanların, mücadele ettiğimizi düşündüğümüz kişilerin diyaloglarının bir parçası haline gelmeyip yalnızca eleştiri düzeyinde gerçekleşirse, o zaman kendi sorumluluğumuzu yerine getirmiyoruz demektir. Bence bir entelektüelin, politik bir öznenin, bir yaratıcı sanatçının sorumluluğu bu zor sorularla devamlı boğuşmaktır, fakat bir boşluğa düşmeden olmalıdır bu. Eğer dayanışmanın politiğine inanıyorsa o politika dönüştürmelidir. Düşünce ve görüşlerin dolaşıma girebiliyor olması, eleştirilebilir ve düzeltilebilir ve farklı konumlarda anlam kazanabilir olması gerekir.
Ve bu elbette iktidarla mücadelenin sürekli olacağı anlamına gelir. Fakat iktidarla mücadeleyi sürekli kılabilmek, ancak temsil ve dönüştürmenin karmaşık politikası içinde mümkün. Daha incelikli politik anlayışların ortaya çıkmasını mümkün kılacak yaratıcı ve dürüst ilişkiler içinde, kendi içimizdeki iktidarları yıkarak bu mücadeleyi sürdürebiliriz. Yani sorumluluk ile ifade ettiğim şey, diyaloğa katılım sorumluluğunu da içeriyor, birlikte hayal kurmayı öğrenmek ve dönüştürmek sorumluluğunu da. Aynı zamanda bu sorumluluklar, tüm bu şeylerin neye imkân verdiği ya da neyi engellediğine ilişkin ve daha fazla güç ve ayrıcalık sahibi olanlarımızın kendisini daha fazla eleştirmesi gerektiği konusunda sürekli tetikte olmamız anlamına geliyor.

Sel: Kastettiğim tam da bu tür bir sorumluluktu, çok teşekkürler. Ve son soruya gelecek olursak, sanırım Sangtin’in ikinci kitabı çıkıyor. Tam olarak ne hakkında olacak, daha sonra okuyabilecek miyiz, çevrilmesiyle ilgili herhangi bir plan var mı yakında?

Richa: Hindu dilindeki Ocak 2012’de çıktı. Kitap 2004’ten 2011’e kadar SANGTIN KISAAN MAZDOOR SANGATHAN’ın yapılışının hikâyesini anlatıyor. Kitabın ilk bölümü, hareketin günlüğü ve aynı zamanda analizi. Çeşitli eylemliliklere hareketin mücadele ettiği sorulara ve aynı zamanda hareketin çözemeyeceği meselelere bakıyor. Bu ilk kısım. Ardından ikinci kısımda üç bölüm var, biri aşağılamalar, geçmiş ve gelecek hakkında düşünmeye devam etmekle ilgili. Bu konuşmaları devam etmekte olan bir harekete nasıl taşırsınız, böylelikle insanların yanlarında getirdikleri yaraların hareketin analizi ve gelecek perspektifinde bir yeri olmasını sağlarsınız? Yani bu, yalnızca hareketin odaklandığı mücadele ile ilgili değil, aynı zamanda farklılık politikasıyla yakından ilişki kurmaya yönelik bir taahhüt de. Ayrıca orada ses ve sessizlik arasındaki ilişkiyi de açıkça ifade ediyoruz. Diğer bölüm ise saha çalışmasının anlamlarını sorunsallaştırmak üzerine. Bir akademisyen için, bir kayıkçıyla ittifak kurmak ne anlama gelir? Hikâyeyi, aynı kayıkta birlikte seyahat eden bir kayıkçı ve bir akademisyenle başlatıyoruz. Akademisyen kayıkçıyı küçük görüyor çünkü kayıkçı ne Marksizm’i biliyor ne kapitalizmi, ne de feminizmden haberdar. Ancak birdenbire kayık batmaya başlıyor ve kayıkçı akademisyene madem her şeyi biliyorsun şimdi de yüz o zaman diyor ama akademisyen yüzemiyor. Soru şu, neden kayıkçı akademisyeni kurtarmaya çalışmadı? Bu soru daha sonra saha çalışmasının ve uzmanlığın politikası alanına taşınan bir açılış sorusu. Bir başka bölüm, feminizmi nelerin oluşturduğuna, kadın sorununun, feminist bir hareketin ne olduğuna odaklanıyor. Daha sonra bu yolculuktan bazı dersler ve hikâyeleri paylaştığımız bir bölüm var. Ve nihayet kitabın sonunda hareketin farklı şiddet türlerini nasıl birbirini oluşturan türler olarak gördüğünü ve de ayrıcalıklı ile ötekileştirilmiş konumlarda olan insanların şiddete karşı bir araya gelmesine duyulan ihtiyacın dile getirildiği bir oyun var. Şu aralar kendime kitabın İngilizceye çevrilmesi ile ilgili zor sorular soruyorum ama Türkiye’de olmak bana bazı cevaplar sunabilir. Dün Aksu ve Tennur ile konuşurken onlar da çevirinin çok problemli bir şey olduğunu söylüyorlardı ama bazen bu, farklı bağlamlar üzerinde birbirimizle konuşabilmemizin tek yolu oluyor. Bunu biraz daha düşüneceğim.

* Bu röpörtaj, Amargi Dergi 25. Sayi’da yayınlanmıştır.
(1) Dalit: Hindistan kast sisteminin en aşağısında yer alan kişi.
(2) Richa Nagar ve Saraswati Raju, “Women, NGOs and the Contradictions of Empowerment and Disempowerment: A Conversation” Antipode: A Radical Journal of Geography 35, 1 (2003): s. 1-13.



Dün Yırca'da 6 bin tane zeytin ağacı bir termik santral uğruna katledildi, dile kolay 6 bin! Köylülerin evlatlarımız dediği ağaçlar tüm direnişlerine rağmen gözlerinin önünde bir kaç saat içinde kepçeyle kesildi. Bütün gün Yırca'dan gelen haberleri okudukça, fotoğrafları gördükçe utandım, kahroldum, boğazımda bir yumruyla dolaştım. Sevdiğim bir arkadaşımın dediği gibi biz hiç bir şeyden ölmezsek bile kahırdan ölcez sonunda. Hiç bir şey yapamamanın çaresizliğiyle, fotoğraflara bakıp bu resmi çizdim. İçimdeki acı geçti mi ya da boğazımdaki o yumru derseniz, cevabı belli!.. Kimbilir, belki de bir ağaca sarılsam geçer.