Geçtiğimiz hafta sonu Türkiye'de kadınların üniversiteye giriş hakkını elde etmelerinin 100. yılı dolayısıyla İstanbul'da bir sempozyum düzenlendi. Sempozyumun açılışında konuşan Şirin Tekeli'nin yazdıkları üzerine düşünmeye değer. Konuşmasında sıraladığı bütün objektif bilgiler bir yana sadece kendi deneyimleri bile kadınların akademide var olabilmek için nasıl bir mücadele verdiğini görmek adına çok şey anlatıyor -tabi görmek isteyene orası ayrı konu. Tekeli, üniversite öğrencisi kadınların sayısının arttığına, kadın çalışmaları bölümlerinin etkin olduğuna dikkat çekerken içerde ne değiştiğini, ne olduğunu bilemem diyor haliyle uzun yıllar önce üniversiteden ayrılmış biri olarak. Okurken bu noktada derin bir ahh çekiyor insan ister istemez, yani anlatsak içi seni dışı beni yakar. Hangi birini anlatalım ki, sadece kendi yaşadıklarım ve tanık olduklarımı sıralarsam burdan köye yol olur! Evet kadınlar sayıca üniversitelerde görünür(!) halde olabilir, bir çok ülkeye göre kadın akademisyen nüfusumuz daha çok olabilir ama bunlar tek başına bir ölçüt mü çok şüpheliyim. Zaten üst mevkilere, yönetici kadrolara gelememe mevzusu ayan beyan ortada, "cam tavan" konularına hiç girmeye bile gerek yok. Daha gündelik hayatımıza, pratiklerimize sirayet eden, sinsice ilerleyip (kadın) insanı canından bezdiren muamelelere bakmak lazım. Sadece kadın olmak işin bir boyutu, hele bir de üstüne feminist bir akademisyenseniz derdin bini bir para! Görmezden gelmeyi mi dersin, küçük görmeyi mi, ince ince laf sokmayı mı ve hepsinin olmazsa olmazı o akademik bilgiyle cilalayarak şaka yapıp dalga geçmeyi mi ya da akıl vermeyi mi!? Buyur seç beğen al, tabi hepsi bir arada paket program olarak gelirse -ki gelir- delirmemeniz işten bile değil. Bir bakmışsınız, gayet de donanımlı dediğiniz, çalışmalarını okuduğunuz bir erkek akademisyen gelir feminizmin bir bilim olacak kadar yeterli olamadığını size açıkça söyleyiverir. Ya da ülkenin toplumsal, siyasi tarihiyle ilgili kitaplar yazılır, derlemeler yapılır ama içinde ne feminizmden ne kadın hareketinden tek kelime etmez. Zaten bu feministlerin alanı diyerek ne uğraşıcam kolaycılığı bu kadar kabul görürken niye desin ki!? Kongrelere gidersiniz, saygın dergileri elinize alırsınız ve konu, katılımcı vb. dağılımlarına şöyle bir kısaca bakmanız bile mutsuz olmanız ya da yine mi diyerek bıkkınlık duymanız için yeterli malzemeyi verir. Ülkede her gün kadınlar patır patır öldürülürken, kadın cinayetleri yüzde 1400 arttığı bilgisi gelirken niyeyse hiç bir zaman hiç bir etkinlikte merkezi bir yer almaz, tabi ki toplumsal cinsiyet temalı bir şey değilse ya da kadın çalışmaları vb. bir yer düzenlemiyorsa. Maalesef akademide toplumsal cinsiyet sınıfa, kadın cinayetleri işçi cinayetlerine hep yenilir hep yenilir, sanki ikisi birbirinden ayrı ve ilgisiz şeyler gibi. Ama arka planda daima zaten bu kadınların ve özellikle feministlerin ilgilenmesi gereken bir şey olduğu fikri yerleştiği için çok da üstünde durulmaz. Bunu dillendiren bir kaç çatlak ses de itina ile yok sayılır, susturulur, yalnızlaştırılır veya en iyi ihtimalle politik doğruculuk adına dinleyip açıklamalarda bulunulur ama bir sonrakinde yine aynı tas aynı hamam devam eder. Çünkü bu ülkede her şeyin makbulü olsun isteriz, makbul vatandaşlar kadar makbul akademisyenler olmamız beklenir, hele de muhalifseniz ve hele de açıktan feministim diyorsanız tanımlanmış belirli sınırlarda konuştuğunuz, davrandığınız sürece bir sorun yoktur, hatta böyle olunca sizden iyisi yoktur. Çünkü bu ülkede her alanda olduğu gibi akademide de makbul feminist olmanız beklenir, kabul görür. Eh tabi bu iş de her zamanki gibi sessiz yığınlarla olur, bunun da niyesini anlamak çok zor değil. Bu kadar iktidar ilişkilerinin mikro düzeyde belirleyici olduğu bir yerde aman bana bir şey olmasın, aman ilişkimiz bozulmasın tutumundan daha "doğal" ne olabilir ki! Yaşadığımız toplumun iliklerine kadar sinmiş olan bu durumu tek bir cümle özetler esasen, "aman tadımız kaçmasın ali rıza bey!.." Bu cümlenin ataerkilliği pamuklara sarmaya doyamayan bir diziden olması da çok manidar ama hiç şaşırtıcı değil tahmin edersiniz.

Tüm bu saydıklarımı Şirin Tekeli bir iki cümleyle çok güzel özetlemiş:
"Son yıllarda, hem üniversite öğrencisi kadınların sayısında ciddi artışlar olduğunu, hem de pekçok üniversitede “kadın araştırmaları” bölümlerinin etkin bir faaliyette bulunduklarını izliyorum. Ama içeride ne değişti? Onu bilemem. Zira Maçoluk, çok güçlü bir ideolojik tavır olduğu gibi, bana kalırsa, okumuş, diplomalı, akademik titr sahibi erkeklerin maçoluğu, sıradan erkeklerinkine fark atar; baskın çıkar."

Evet hakikaten de Tekeli'nin maçoluk diye tanımladığı şey ideolojik bir tavırdır ve bunun en ince işlenmiş, en rafine hallerinden biri akademide hayat bulur. Ve bununla baş etmek için maalesef hayat boyu mücadele gerekir.

Yazının tamamını bu linkten okuyabilirsiniz:
http://bianet.org/biamag/toplumsal-cinsiyet/159773-akademyalarin-cinsiyetciligi-uzerine


0 yorum