Toplumda eğitimli erkeklerin bunları çok daha az yapacağı gibi genel bir kanı yerleşmiş olduğundan, üniversitelerde cinsel taciz ve tecavüz başta olmak üzere her türlü erkek şiddetinin daha az olacağı bekleniyor. Ne büyük bir yanılgı! Üniversiteden yolu geçmiş her kadın, ister öğrenci ister çalışan, bilir ki yaşadığımız bu ataerkil dünyada hiç bir yer erkek egemenliğinden muaf olmadığı gibi üniversiteler de değil. Hatta tam da bu söz konusu genel kanı nedeniyle bu tür kurumlarda çok daha incelikli ve gizil ve en çok da ikiyüzlü formlarıyla erkek şiddeti hayat buluyor. Özellikle genç kadın akademisyenler ya da akademisyen adayları, eril akademinin görünmez kurallarıyla bir çok alanda kontrol ve denetime maruz kalırken, aynı zamanda çevrelerindeki erkeklerden –arkadaş, meslekdaş, profösör, idari görevli vd. aklınıza kim gelirse- cinsel taciz ve istismara uğrama riskiyle karşı karşıya. En önemlisi ise bu tür olaylar maalesef münferit vakalar olmayıp akademik kültürün bir parçası halinde; ve üstünün örtülmesi, ya da sessiz kalınarak yok sayılması ise adeta yerleşmiş bir gelenek. Tacize uğrayan bir kadın, hele de genç bir öğrenci ya da asistansa, olur da söyleyecek cesareti bulursa buna herkesi inandırması, ikna etmesi gerek. Bunu yapan alanda sözü geçen, ünvanlı ya da yaptığı çalışmalar veyahut eleştirelliğiyle bilinen bir erkekse düşünün durumun vahametini; onun karşısında bir genç kadının sözünün ne kıymeti olur ki?! Kimisi duymak istemez, kimisi duymazdan gelir, kimisi duyup inanmaz, hayatta yapmaz o der; ve çoğunluk ise duyup bilse de aman başımız ağrımasın diyerek hiç bir şey olmamış gibi davranıp uzak durur. Şiddet hayatımızın her köşesine ince ince sessizlikle böyle siner. Ve işte aslında tam da bu tür şiddet, yani sessiz kalınarak üretilen şiddet, tacize ve/ya cinsel istismara uğrayan kadınlara asıl öldürücü darbeyi vuran şey olur çoğu zaman; bu eril kültürün devamı için değirmene en çok su taşıyandır kısaca.

Yakın zamanda bu olayları tekrar düşünmemizi, tartışmamızı sağlayan önemli bir olay oldu. İngiltere’de bulunan University of London'a bağlı Goldsmiths Enstitüsü’nde on yıldan fazladır çalışan feminist profesör Sara Ahmed çalıştığı üniversitede cinsel tacize karşı çözüm üretilmediği için işinden ayrıldı. Son bir kaç yıldır öğrencileriyle birlikte cinsel tacize karşı kurumsal düzeyde çözüm üretilmesi için girdikleri mücadelede neler yaşadıklarını tane tane anlatıyor Sara Ahmed istifası üzerine yazdığı mektubunda; nasıl görmezden gelindiğini, seslerinin nasıl bastırıldığını ve en çok da sessizliğin bu süreçte şiddet olarak nasıl bir işlev gördüğünü.

Bir çok gazetede ve internet sitesinde yayınlanan bu mektubu ingilizcesinden ilk okuduğumda bir süre etkisinden çıkamadım, bazı cümlelerin tekrar tekrar üzerinden geçtim. Yaşanılan deneyimin bizim için ortaklığı bir yana, sevgili Sara Ahmed’in cinsel tacizle mücadeleye ilişkin çok yerinde tespitleri, sorgulamaları kadar bunları kelimelere adeta hayat verircesine dile getirmesi beni derinden etkiledi. Bu sebeple bu metnin türkçede olmasını ve başkalarının, özellikle de genç kadınların okumasını çok istedim. Çünkü biliyorum ki bu mektupta yazanlar, üniversitelerde okuyan/çalışan bir çok kadının yaşadığına karşılık geliyor. Akademide cinsel taciz başta olmak üzere erkek şiddetini dert edinen ve bununla mücadele etmeye çalışan feminist kadınlar olarak sesimizin daha gür çıkması ve bunun üzerine birlikte daha çok kafa yormamız ve mücadele alanları geliştirmemiz gerek. İşte bu mektup tam da bu anlamda meseleyi politik sorumluluk ve feminist eylem açısından düşünmemiz için önemli bir imkan sunuyor.

Mektubun sonlarına doğru Sara Ahmed iz bırakmamız gerektiğinden bahsetmiş, olanların izlerini. İstifasıyla ve sonrasında yazdıklarıyla yapmaya çalıştığı aslında tam da bu. Bu yazıyı yazarken twitterda şöyle bir fotoğrafa rastladım, kan kırmızısı harflerle tahminen Ahmed’in çalıştığı fakültenin duvarına “sara ahmed nerede” diye yazılmış. Sanırım Ahmed’in çağrısı bundan daha iyi karşılık bulamazdı. İstifa etmek her zaman vazgeçmek midir, hiç sanmıyorum; çünkü sesini duyurmak için bazen kalmak gerekir bazen ise -istemeyerek de olsa- gitmek. İşte Ahmed’in istifası üniversitelerde cinsel taciz konusunda etrafımızı saran sessizlik duvarını delmek için fırlatılmış çok güçlü bir taş mahiyetinde. Ne yaparlarsa yapsınlar O’nun izi asla silinemeyecek, ve hep bir yenisi eklenecek.

Sizi mektupla baş başa bırakmadan önce son bir not, ingilizceden türkçeye çeviriyi sevgili arkadaşım Petek Onur yaptı; sevgili Aksu Bora çeviri metni son bir kez gözden geçirdi ve bana da bu girişi yazmak düştü. Bundan sonrasında, söz Sara Ahmed’in..




SÖYLEMEK


Meslektaşlarım ve oyunbozanlar[1],

İşimden istifa etme kararımla ilgili yazımı paylaştığımdan beri çok büyük bir destek ve dayanışma gördüm. Yorum yazan ve bana mesaj gönderen herkese teşekkür etmek isterim.

İstifa etmek zor bir karardı. Bu kararın nedenlerini paylaşmak benim için önemliydi: İstifamın hem feminist bir protesto hem de feminist bir kendine değer verme eylemi olduğunu göstermek.

Açıklamamın üstü kapalı ve kısa olduğunun farkındayım. Bana (meslektaşlarıma da olduğu gibi) ayrıntılar soruldu: Hikâyeyi anlatmam, neler olduğunu insanlara söylemem istendi. Bu ricaya yanıt olarak birkaç söz söylemem gerek. Anlatamayacağımız şeyler olduğunda bile, anlatılmamış çok fazla şey bırakmak zorunda olduğumuzda bile, açıkça söylemenin neden önemli olduğuna dair birkaç söz etmeliyim.

Çalıştığım üniversitedeki cinsel taciz sorununu ilk defa üç yıl önce, bir meslektaşımdan duydum. Konuşmayı dün gibi hatırlıyorum. Anlattıklarıyla sarsılmıştım. Hikâye, iki soruşturmanın ardından üniversiteyi bırakan bir kişiyle ilgiliydi. Fakat o konuşma beni başka konuşmalara yönlendirdi: Hem yönetimle hem de en önemlisi, öğrencilerle. Cinsel taciz sorununun boyutuna dair bizi alarma geçiren, öğrencilerdi. O zamandan beri dört soruşturma oldu. Ondan önce iki soruşturma olmuştu. Dört öğretim üyesiyle ilgili altı soruşturma: En azından benim bildiğim kadarıyla.

Sayılardan bahsediyorum çünkü bize bir şey öğretiyor: Cinsel tacizden bahsederken konu ne bir ya da iki ayrıksı kişi hatta ne de ayrıksı bir kurum. Konu, akademik kültürün bir parçası olarak sıradanlaşmış ve normalleşmiş cinsel taciz.

Konuşmadığımız şey hakkında konuşuyoruz.

Dolayısıyla, “cinsel taciz sorununu ele almadaki başarısızlık”tan bahsettiğim zaman, hiçbir şeyin yapılmadığını kastetmedim. Neticede soruşturmalar oldu. Ama bu soruşturmalar, cinsel taciz sorununun bir kurumsal sorun olarak sağlam ve anlamlı bir biçimde ele alınmasına yol açmadı. Bu konuda politika geliştirme girişimlerimiz ve politika değişikliklerimiz olduğunda da bu genel tartışmaya açılmadı.

Son üç yılda hem kendi fakültemde hem de diğer üniversitelerde birçok kişi başına gelen cinsel tacizi benimle konuştu. Bu konuşmalar aracılığıyla bir şeyin farkına varmaya başladım: Üniversitelerde çok sayıda cinsel taciz vakası yaşanıyor ama bu vakalarla ilgili bir kamusal arşiv kaydı yok. Sanki buharlaşıp kaybolmuşlar. Doğrudan etkilenen kişiler dışında hiç kimse onlar hakkında bir şey bilmiyor. Bu vakalar iz bırakmadan nasıl kaybolur? Neredeyse bütün vakalarda bu böyle. Çünkü soruşturmalarda gizlilik hükümleri işletiliyor. Bu hükümler, örgütün itibarını korur, böylece kimse ne olduğunu öğrenemez. Tabii korunan genellikle tacizcidir: Sicilinde leke olmaz, hayatına devam eder. Tacize uğrayan ise her zamankinden de yalnızdır (taciz zaten bizatihi yalnızlaştırıcıdır). Sessizliğe terk edilirler. Sessizlik, bir başka darbedir; yaşamayanın bilemeyeceği bir duvar (çünkü sessizlik kayda geçmez; söylenmeyeni duymadığınız için).

Ve bir diğer sonuç: Sorunun boyutunu bilmemizin hiçbir yolu yok.

Sorunun boyutunu bilmemizin hiçbir yolunun olmayışı, sorunun boyutunun göstergesi.

Yarın “Arşivler Önemlidir” konferansımızda gizlilik ve arşivlerle ilgili birkaç söz söyleyeceğim. Cinsel taciz vakaları gizlilikle sarmalandığı zaman, bir arşivimiz olmaz; olup biteni anlamamızı sağlayacak belgelere, materyallere erişemeyiz. Çok fazla eksik vaka var, bu işin içine girdiğimden beri daha da fazlasını öğrendim. Bir arşiv oluşturacaksak, bir kurumun yönetmeliklerini izlememeliyiz. Ve bir kurumun yönetmeliklerini izlemezsek, belgelediğimiz zararın nedeni haline geliriz. Buna yanıt şu olacacaktır: Zararı sınırlamak. Zararı sınırlamanın yolu çeşitliliği sağlamaksa, ırkçılık üzerine çalışmamda açıkladığım gibi, o zaman zararı sınırlama, konuşmayı kontrol etme şeklini alır: Şiddet hakkında konuşan insanların duyulabilecekleri yerlerde konuşmalarını engellemeye çalışmak.

Zararı kontrol altına almak, zarar görmüş olanları kontrol altına almaktır.

O bir şikâyet olarak duyulur. Şikâyet olarak duyulduğunda, aslında kendisi olarak duyulmaz.

İşitmenin yokluğu, üreticidir. Sessizlik, taciz ve istismar kültürünün yeniden üretilmesini sağlar. Şiddetten söz etmediğimiz zaman şiddeti yeniden üretiriz. Şiddete dair sessizlik, şiddettir.
           
Sessizlik içinde giden birçok öğrenci oldu. Kalabilselerdi ne söyleyeceklerini hala bilmiyoruz.

Kayıp belgeler; kayıp insanlar. Ne kadar çok şeyi kaybettiğimizi bilmiyoruz.
           
Sessizlik.
           
Bir kurumun bu konuda resmi bir tutumu yoksa, mesele sadece kimsenin ne olduğundan haberdar olmaması değil, zaten buna gerek olmamasıdır. Kişilere bilmeme izni vermişsiniz demektir. Ve sonra konuşma küçük alanlarla sınırlanmış hale gelir: Bizim oluşturduğumuz gibi feminist merkezlerde. Bu alanlar önemlidir: Sığınak haline gelirler; yaşam hatları, gidilecek yerler.  
           
Ama şunlar da doğru olabilir:
           
Konuştuğumuz zaman dinlemek zorunda değiller.

Ve hatta:

Konuşuyoruz, böylece dinlemiyorlar.

Ve son üç yılda sessizlikle uğraştık, sorunun etrafında dolaştık, mührü kırmaya çalıştık, iletişim kurmaya, ulaşmaya çalıştık. Daha genel ve ortak bir konuşmanın, olanlar hakkında bir konuşmanın devamını sağlamaya uğraştık.

Hiçbir şey. Sessizlik. Hâlâ.

Üstelik tacize uğramışlar açısından tacizin tarihi öylece ortadan kaybolmuş gibi. Tacize meydan okuma tarihi de (ki bu çoğunlukla kendini tacize uğramaya yeni baştan açmak demektir) onunla yok oluyor. Hiçbir şey olmamış gibi. Yanlış bir şey olduğuna dair belli belirsiz bir fikri olanlar, bu yanlışın halledilmiş olduğuna dair de belli belirsiz bir fikir ediniyorlar. Aslında ilgililer gitse de, yanlış devam ediyor. Kişiler yerlerinde duruyor (genellikle de yönetici konumunda olanlar), ilişki ağları canlı, yapılar veya süreçler hiçbir soruşturma olmadan devam ediyor.

Ve sorunlar yeniden ortaya çıkıyor. Ve şikâyetler tekrar görmezden geliniyor.

Gizlilik hükümleri cinsel tacizi konuşamayacağımız anlamına gelmez ve gelmemeli. Tersine, cinsel tacizi konuşmak zorunda olduğumuz anlamına gelmeli. Bu konuşmaya katılmalıyız, çünkü zor. Birbirimize karşı bir sorumluluğumuz var; eğitimciler olarak öğrencilerin gelişimini, öğrenmelerini sağlayacak bir ortam yaratma sorumluluğumuzla aynı sorumluluktur o.

Dahası var. Gerçekten açıkça konuştuğunuzda, bir sorun olarak görülürsünüz, sanki sorun sırf siz ondan bahsettiğiniz için varmış gibi. Sanki siz ondan bahsetmeyi bir bıraksanız, sorun ortadan kalkacakmış gibi. Bu zorluğu daha önce anlatmıştım: Bir sorunu ifşa etmek, nasıl o sorunu yarattığınız izlenimi doğurur. Üstelik sadakatsizlikle –söylemeye çalıştıklarınız yüzünden itibarı zedelemekle, hatta feminizme zarar vermekle suçlanırsınız; her şeyin ve herkesin itibarını zedeliyormuşsunuzcasına.

Fakat yine de konuşmalıyız: Zarar veren şey, sessizliktir.

Ve son üç yıldır cinsel taciz sorunu üzerinde birlikte çalıştığım öğrencilerime herkesin huzurunda teşekkür etmek istiyorum. Her ne kadar olanlar henüz resmen tanınmasa da, her ne kadar yıkılması gereken birçok şey yerinde kaldıysa da, çok fazla şey başardınız ve biliyorum ki gelecek birçok öğrenci sizin titiz emeğinizden yararlanacaktır, bazı öğrenciler hâlâ aynı şeylerle karşı karşıya kalıyor olsalar bile.

Bazı konularda kesin bir fikrim yoktu; hala da yok. Umuyorum ki zamanla ve destekle, daha net fikirler oluşturabiliriz. İz bırakmamız gerek. Daha fazla iz. Olanın izleri. Bunun olmasını nasıl engelleyeceğimizi öğrenmek için, ne olduğunu konuşmamız gerek.

Yakında çıkacak kitabım Living a Feminist Life’tan (Feminist Bir Hayat Yaşamak) bir bölüm olan “Feminist Snap”e (“Feminist Kopma”) istifamla ilgili bir paragraf ekledim.

Sonuç mahiyetinde ve teşekkürlerimle onu paylaşayım.

Katlanmam beklenen şeyler çok fazla gelmeye başladı; yaptığımız işe destek verilmemesi, durmadan çarptığımız duvarlar. Ayrılabilecek maddi kaynak ve güvenceye sahiptim. Ama yine de kolum kanadım kırılıyor gibi hissettim: Sadece bir işten veya bir kurumdan ayrılıyor gibi değil, bir hayattan, akademik hayattan da ayrıldığımı hissettim; sevmiş olduğum bir hayattan, alışık olduğum bir hayattan. Ayrıca o ayrılma eylemi bir tür feminist kopmaydı: Daha fazla katlanamadığım bir an oldu, herhangi bir yere varmamızı engelleyen o duyarsızlık duvarları; başarmamızı engelleyen o duvarlar. O bağ bir kez koptuğunda, çoktan kırılmış olan bir şeye tutunmaya çalışmış olduğumu fark ettim. Belki kurumla ilişkim Silas’ın su testisiyle [2] olan ilişkisi gibiydi: Kırılan parçaları bir arada tutmaya çalışsaydım, bir anıyla, artık olmayanın hatırasıyla baş başa kalacaktım.

İstifa kulağa pasif, hatta kaderci gelebilir: Kişinin kaderine boyun eğmesi [3]. Ama istifa bir feminist protesto eylemi olabilir. Kopmakla şunu diyorsunuz: Cinsel taciz sorununu çözmeye çalışmayan bir kurum için çalışmayacağım. Cinsel taciz sorununu çözmeye çalışmamak cinsel taciz sorununu yeniden üretir. Kopmakla şunu diyorsunuz: Katlanamadığım, katlanılmaması gerektiğini düşündüğüm bir dünyayı yeniden üretmeyeceğim.



[1] Oyunbozanlar anlamına gelen killjoys, Sara Ahmed’in bu yazıyı ve diğer yazılarını paylaştığı blog sayfasının (feministkilljoys.com) adında geçmektedir. (ç.n.)
[2] Sara Ahmed, National Women’s Studies Association Conference’taki 13 Kasım 2015 tarihli “Feminism and Fragality” (“Feminizm ve Kırılganlık”) başlıklı konuşmasına atıfta bulunuyor. Konuşmada George Eliot’un Silas Marner adlı romanında Silas adlı karakterin her gün kuyudan su taşımak için kullandığı ve en değerli eşyası olarak gördüğü testisinin kırılmasıyla ona yüklediği anlamların da kırılmasından ve testinin bu anlamların bir anıtına dönüşmesinen söz etmiştir. (ç.n.). 
[3] Orijinal metinde geçen “resignation” (istifa) sözcüğü ve “resigning oneself to one’s fate” (“kişinin kaderine boyun eğmesi”) deyimi istifa etmek, çekilmek, teslim olmak anlamlarına gelen “resign” fiilinden türemiştir. Ahmed bu anlamlar arasında bir bağ kurmuştur. (ç.n.)


Bu 8 Mart belki de hayatımın en güzel hediyesini aldım. Birazdan bunu sizinle paylaşacağım ama önce izin verin biraz hikayesini anlatayım. Eylül ayında yeni bir şehirde yeni bir hayata başlamış ve ilk kez bulunduğum bu şehirde üniversitede ders vermeye başlamıştım. Şu an bunları yazarken bir dönemin nasıl da hızla geçtiğine ve aynı zamanda her şeye alışmak konusunda nasıl da büyük bir yeteneğimiz olduğuna şaşıp kalıyorum. Ama yine de kolay olmadığı da açık, bilenler bilir. Geçtiğimiz dönem bütün bu yerleşme ve alışma karmaşasıyla birlikte bir anda kendimi çok sayıda ders vermek zorunda kalırken buldum. En azından şanslıydım ki vereceğim derslerden birini belirlme şansım oldu ve doğal olarak bir feminist akademisyenin isteyeceği ilk şeyi yaparak toplumsal cinsiyet dersi açtım. Her ne kadar istediğim şey bu da olsa kendim açımdan işleri bir kat daha zorlaştırdığımı söylememe gerek yok tahmin edersiniz. Feminizm algısının bu kadar önyargılarla beslendiğini bir kenara bırakın, ataerkil ilişkilerin en yoğun şekilde etkili olduğu ve 4. sınıfa gelene dek bu konuda neredeyse hiçbir şey görmemiş genç bir topluluğa "dışarı"dan gelen genç bir kadın olarak toplumsal cinsiyet eşitsizliği anlatmak ve bir şeyleri değiştirmeye çalışmak hakkaten iyi bir  mücadele gerektiriyormuş ama en çok da sağlam bir bünye ve sinir kasları! Şöyle diyeyim, dönemin yarısına kadar her derste artık bugün klişe diye gördüğümüz bütün sorular, suçlamalar, önyargılar aklınıza ne gelirse biri bitmeden biri başlıyordu; adeta her gün başımdan aşağı tüm önyargılar boca ediliyordu. Her günün sonuysa karışık hislerle ama en çok da büyük bir çaresizlik ve karamsarlık duygusuyla bitiyordu maalesef. Ve hep aynı sorular kafamda yankılandı haftalarca, nasıl değiştireceğiz bu önyargıları ve nasıl mücadele edeceğiz bunca şeyle? Tam bir şeyler değişmeye başlıyor diye umutlanırken birinin çıkıp ama hocam siz de hep kadınlardan bahsediyorsunuz, ne zaman erkeklerden konuşacağız diye sormasıyla sevincim kursağımda kalıyordu. Şimdi bunları anlatırken yüzümde bir gülümseme beliriyor mütemadiyen çünkü evet size mutlu sonla biten bir hikayem var! Hem benim hem öğrenciler için çok zorlu geçen bir dönemin sonunda çok yol katettik, birlikte tartıştık, kavga ettik, kimi zaman vazgeçtik kimi zaman korktuk ama en azından büyük bir çoğunluğuyla karşılıklı birbirini anlamayı ve öğrenmeyi becerebildik sanırım. Bugün bakıyorum, çoğu kadın öğrencinin sesi daha çok ve daha güvenli çıkıyor, bir çoğu -öye bir kaç tane değil!- kadın konusunda okuma yapıyor, çalışmalara katılıyor, ve hiç beklemediğim şekilde çevrelerine feminizmi anlatmaya çalışıyor. Bu aralar en çok duyduğum soru bu misal, hocam bu feminizmi nasıl anlatıcaz biz bu insanlara, hep yanlış biliyorlar! Erkek öğrencilerle de durum hiç fena değil, bir çoğu bugün kendi erkekliklerinin daha farkında ve bunu daha sorgular halde. Çoğu zaman ikili üçlü gruplar halinde bunun üzerine sohbet ediyoruz, ailelerinde ve/ya arkadaş çevrelerinde yaşadıklarından örnekler vererek benim için de yeni olan sorular soruyorlar. Geçen dönem boyunca sosyal medyada bu tür anekdotlar paylaşırken, bir kadın arkadaş "insan başka ne için yaşar ki!" demişti. Şu an bu söz bana o kadar doğru geliyor, öyle derinden hissediyorum ki bunu; evet, bir insan hele de feminist bir kadınsa daha ne ister ki! Çünkü bu olduktan sonra her şey mümkün, yani hayatı yaşanılır hale getirebilme imkanı kısaca.

Sözü daha fazla uzatmayayım, gelelim paylaşmak istediğim hediyeye. Buraya kadar anlattığım, hikayenin benim tarafımdan yaşanan  kısmı, bir de bunu öğrencilerden birinin ağzından dinleyin. İşte hediye dediğim şey bu, dersi alan kadın öğrencilerimden biri toplumsal cinsiyet dersiyle birlikte yaşadığı değişime ilişkin muhteşem bir yazı yazmış. Aslında paylaşıp paylaşmamak konusunda epey tereddüt ettim, hatta bu yüzden biraz kişisel ayrıntıları çıkarması ve dersi öne çıkarması konusunda değişiklikler yapmasını istedim. Çünkü burada en çok paylaşmak istediğim şey toplumsal cinsiyet dersinin ne kadar önemli olduğu ve böyle bir dersin -zorunlu ders olarak- verilmesinin ne çok değiştirme imkan ve gücü taşıdığı. Çünkü son dönemde bu konuda feministler, kadın hareketinden kadınlar müfredatlarda bu dersin olması talebini dile getiriyor, hatta yakın zamanda bir üniversitede bununla ilgili imza kampanyası başlatıldı. İşte tam da bu tartışmalara bir katkı mahiyetinde, iyi bir örnek oluşturması adına bu yazıyı paylaşmak istiyorum. Ve hepimizin bu zor, karanlık günlerde iyi bir şeyler duymaya ve umut etmeye ihtiyacı var düşüncesiyle.. Umuyorum hepinize bana geldiği kadar iyi gelir.


Bundan sonrasında söz, sevgili öğrencim Suzan Karaoğlan'ın,

"Her şey yeni bir dersin programımıza dahil edilmesiyle başlamıştı. Sosyoloji bölümüne feminist ve gözü kara bir hocanın geleceği dedikodusu bütün öğrencilerin dilindeydi ve itiraf etmek gerekirse hepimiz ne ile karşılaşacağımızı bilmediğimizden hem biraz çekinmiş hem de heyecanlanmıştık. Toplumsal Cinsiyet dersini almak ve dersin hocası ile tanışmak sanıyorum ki hepimizin hayatında kalıcı ve anlamlı bir değişikliğe yol açtı. Evet, bu durum hiç şüphesiz hayatımızın seyrini değiştirdi. Birçoğumuza “ dünyaya bir daha gelseydim yine sosyoloji okurdum” u dedirtti. Biz artık eski Zozan, eski Zehra, eski Sevgi, eski Mesut, eski Şilan, eski Rıdvan vd. değildik. Gerçekliğin bütün çıplaklığıyla, bütün çelişkileriyle ve bütün ikiyüzlülüğüyle tanıştık. Bu tanışıklık başta bizi memnun etmedi, rahatsız etti, aykırıydı çünkü hem de baştan aşağı aykırıydı. Bildiklerimizi, doğru saydıklarımızı, göz yumduklarımızı, ses çıkarmadıklarımızı hepsini ama hepsini reddediyordu gerçeklik. Avaz avaz bağırıyordu bu sefer, ben buradayım, görün beni, farkında olun diyordu tüm çirkinliğiyle ve tüm güzelliğiyle tüm solukluğuyla ve tüm görkemiyle, en önemlisi tüm acısıyla gerçeklik tam da önümüze konmuştu.

 “Ben bir feministim” demişti, ayağındaki erkeksi ayakkabısı ve boynundaki mor renkli şalıyla. “Ben bir feministim!”, evet açıkçası lisans hayatımız boyunca karşılaştığımız en tuhaf tanışma şekline tanıklık ediyorduk hepimiz. Haklıydı, bön bön bakıyorduk, şaşkındık ve nasıl bir davranış sergileyeceğimizi bilemiyorduk. Sezmiştik ta baştan beri, bu seferki çok farklıydı. Evet, farklıydı, kuralları diğer hocaların kurallarından oldukça farklıydı; Birincisi diyordu kadına bayan denilmez!!! Erkek düşmanı mıydı yoksa? Neden bizi buldu, Ne yapacağız? Ödev vermese bari, ne güzel mezun olacaktık, bir erkek düşmanımız eksikti vs. Sanırım bu söylemlerimiz kafamızın ne kadar karıştığını açıklamaya yetiyor. Sosyoloji bölümü dördüncü sınıf öğrencileri, Toplumsal Cinsiyet dersinin ilk haftasında sınıftan çıkarken kafasında birçok soru işaretiyle birlikte çıkmıştı. Ne olacaktı bundan sonra? Neydi o şimdi, hoca şov mu yapmıştı? Erkekler durmadan bize ne kadar şanslı olduğumuzu kendilerinin derse 1-0 yenik başladıklarını söyleyip duruyorlardı. Gerçekten öyle mi olacaktı?

Gerçekten öyle olmadı. Tek doğru tahminimiz bu seferkinin oldukça farklı olacağı yönündeki tahminimizdi. Derste diri diri, capcanlı gerçekler vardı. Toplum vardı. Tarih vardı. Siyaset vardı. Kadın vardı. Kadınlar vardı. Kadınlar ve erkekler vardı. Kadınlık ve erkeklik vardı. Gelenek, namus ve cinayetler vardı. Katil vardı. Masum vardı. Kader vardı. Kader var mıydı? Gözyaşı vardı. En kanlı şekliyle şiddet vardı. Yoksulluk vardı. Töre vardı. Emek vardı. Çocuk vardı. Sapına kadar kadın, sapına kadar toplum ve sapına kadar gerçekler vardı.

İçinde büyüdüğümüz toplumun tek tek bireyleri tarafından örüldüğümüzü, edindiğimiz kişilik özelliklerimizin bizden oldukça bağımsız bir şekilde şekillendiğini biliyorduk ama söz konusu cinsiyetimiz olduğunda onun toplumsal arka planına yeni yeni tanıklık ediyorduk. Cinsiyetin toplumsal ve tarihsel arka planı oldukça karanlık göründü gözüme. Kadınlık ve erkeklik değerlerinin oluşumu, kadınlık ve erkekliğe biçilen roller, atfedilen sorumluluklar toplumsal cinsiyeti doğuruyor, bu değerler ise çeşitli kaynaklar tarafından sürekli kendini yeniliyordu. Bu düzen, toplumu yönetenlerin kendi eliyle desteklediği, beslediği bir düzendi aslında. Dünden bugüne süregelen eril iktidarın içinde hep ikincil konumda olan, emeği sömürülen, değersiz kılınan, kimliği aşağılanan, sürekli acılara tanıklık eden ama bunların çoğu zaman farkında bile olamayan kadınların ne denli eşitsiz bir düzen içinde olduklarına yeni yeni tanıklık ediyordum. Üstelik bu eşitsiz düzen salt toplumu yönetenler tarafından değil, toplumu yönetenleri seçenler tarafından da destekleniyor, bu düzen bu şekilde varlığını idame ettiriyordu. Evinde, işyerinde, sokakta hayatının her alanında çeşitli şiddet türleriyle karşı karşıya kalan kadınlar sadece Türkiye’de de değil dünyanın dört bir yanında çığlık çığlığa olan sessizliklerini yeni yeni duyuyordum.

Bunları duymak, görmek ve hissetmek bana her şeyden önce bir kadın olduğumu hatırlattı. İçimde bir yerlerde sesini kıstığım neden kıstığımı anlayamadığım, çığlık atmasına izin vermediğim, çocuklukta kaldığını sandığım anılarım şimdi diri diri önümdeydi. Aman Allah’ım hepsi de ne kadar gerçekti. Ne kadar acıydı. Bu derste kulağımın duyduğu her şey beni o anılara götürüyordu. Annemizin, ablamızın ve kendimizin yaşamış olduğu o suskunlukları şimdi daha iyi duyabiliyor, daha iyi görebiliyorduk. Bu derste okunan her metinden sonra kendi hayatıma dönüp tekrar bakıyordum. İtiraf edeyim bu derse girmek canımı acıtıyordu. Çocukluğuma mı vereyim yoksa nedenini bilemediğim korkularıma mı, susmuştum ve unutmuştum veya unuttuğumu sanmıştım fark etmezdi. Oysa şimdi ne yapılabilirdi nasıl görmezden gelinebilirdi ki tekrar? Nasıl unutulabilirdi ki?

Unutulamazdı elbette, artık mümkün değildi, ben artık eski ben değildi. Lisans öğrenimimi tamamlamadan önce bu dersi almam hayatımın miladıydı belki de. Arkadaşlık ve aile ilişkilerim de bundan nasibini aldı. En çok da erkek arkadaşım ve babam. Bendeki akıl almaz değişimi yadırgıyorlar, birdenbire beni, annemin daha doğrusu annem üzerinden şiddet gören bütün kadınların avukatlığını yaparken buluyorlardı. Bana en zor gelen durum beni anlayamamaları değil, bunun zaman alacağının farkındayım elbette ama mevzunun ne denli hassas olduğunun bile farkında olmamaları, kadına yönelik her türlü gerici söylemlerin arkasına sığınmaları canımı çok sıkıyordu.
Değişime kendimden başlayıp, önce yakın arkadaşlarımı ve ailemi de buna dahil etmek istedim. En azından bunu kendime bir sorumluluk olarak kabul etmeliyim diye düşünüyordum. Çünkü dediğim gibi ben her şeyden önce bir kadındım. Hayatımızın her alanında bize engel olan bu eşitsiz düzenin, bizi sarıp sarmalayan acıların, insanlık tarihi boyunca değişmeyen kaderlerimizin önüne geçmek, bunun için önlerde durmak, sesimizi kısmak yerine ses çıkarmak, korkmak yerine öfke duymak, tüm bunlara ve karınca kararınca kadının var olma mücadelesine destek olmak için en azından küçük çapta bir değişime ön ayak olmak isteği doğdu içimde.

Bizde olduğu gibi, geleneksel değerlerin, yanlış dini söylemlerin hâkim olduğu, iktidarın erkeğin tekelinde olduğu toplumlarda bu minnacık değişimi bile yapmaya çalışmak ne güçtür, bilenler bilir. Önce kaldığım yurtta oda arkadaşlarıma derste okuduğum metinleri, makaleleri okumaya, onları bir şekilde uyandırmak için çalışmaya giriştim. Şüphesiz bu hiç kolay olmuyordu. Örneğin bir gün arkadaşlarımdan biri bana gelip, “kendime bir elbise aldım çok beğendim ama erkek arkadaşım bunun biraz daha bol durması gerektiğini söyledi, hiç giymedim geri mağazaya bırakacağım” diyordu. İşte böyle durumlarda insan hakikaten ne yapacağını şaşırıyor, hevesi kaçıp morali bozuluyor. Saatlerce tartışmışsın ama hiçbir işe yaramamış sanki. Ama yine de yılmıyorum, akşam oluyor ben bir yolunu bulup tekrar açıyorum tartışmaların kapısını. Sizce erkekler neden şiddet uygular, şiddet bir huy mudur, şiddet öğrenilen bir şey midir? En can alıcı soru; annen, ablan veya kardeşlerin, herhangi bir erkekten şiddet gördü mü? Veya sen? Cevap beklemiyorum elbette, yalnızca gözlerime bakmaları yeterli oluyor inanın, şiddete uğramış veya şiddete tanıklık etmiş birinin gözleri her zaman tanıdık gelir, aynı şeylere tanıklık eden gözlere…

Yeni yılın ilk günlerinde gerek dersteki başarım gerekse alanına duyduğum yoğun ilgiden ötürü dersin hocasından çok anlamlı bir hediye aldım: Bir kitap! Kitabın adı “Canına Tak Eden Kadınlar”. Yazarı Sibel Hürtaş. İtiraf edeyim bu kitapta olup bitenler beni oldukça etkiledi. Kitapta çeşitli illerde cezaevindeki kocalarını ve sevgililerini öldüren kadın mahkûmların acı dolu hikâyeleri yer alıyordu. Bu hikayelerde, kadın mahkumların suskunlukları kendi seslerinden ifade bulmuş, çaresizlikleri, boyun eğmişlikleri ve sonunda başkaldırışları dile getirilmiş. Hayatları boyunca başta cinsel olmak üzere birçok şiddet türüyle karşı karşıya kalan kadınların canına tak edişleri ve kocalarını veya sevgililerini öldürme noktasına nasıl geldikleriyle karşılaşıyorsunuz. Bu kitabı okuduktan sonra bir kez daha anladım, hiçbir suçun tek taraflı olmadığını. O kadınların hikâyelerini çoğu kez gözü yaşlı bir şekilde okudum. Yıllarca şiddet görmüş, kocasından kaçamamış, ailesi sahip çıkmamış, devlet her zamanki tutumunu sergilemiş ve sonunda canına tak etmiş kadınlar…

Kitabı okuyup bitirdikten sonra uzun süre etkisinden kurtulamadım. Öyle ki ilk zamanlar nereye gitsem kitabı da yanıma alıyor, bir türlü elimden düşüremiyordum. Oda arkadaşlarıma, sınıf arkadaşlarıma, misafir olduğum evlerde, nerde olursam olayım alıyordum elime kitabı, rastgele açıyordum bir hikâye başlıyordum okumaya. Medyanın bu türden olaylara karşı takındığı tavrı bir kenara itin, alın size gerçekler diyordum. Merak ediyordum tepkileri ne olur acaba, bu kadınları az da olsa anlayabilir miyiz, öldüreni değil öleni suçlayabilir miyiz diye. Tepkiler farklılık arz ediyordu bu noktada. Kimi sessizce dinliyor, kimi lanetler yağdırıyor kimi ise çok yabancı şaşkınlıkla hikâyenin sonunu bekliyordu. Bir arkadaşımın annesi bu hikâyeleri okumamamız gerektiğini, çünkü okursak üzülmekten başka elimizden bir şey gelmeyeceğini söylüyordu. Biz okudukça o endişesini saklayamıyor, içten içe kahroluyor gibiydi. Herkes hikayeler üzerine düşüncelerini, hislerini dile getirirken o yalnızca dalıyor, suskunluğa gömülüp hikayenin sonunu bekliyordu. Okunan hikayeler onu da derin bir kedere bürümüştü. Göz ucuyla birbirimize baktık ve kapattık kitabı, şiddetten bahsedemedik daha fazla.  Bir arkadaşım olayların iç yüzünü daha iyi anladığını, bu türden hikâyelerin her yerde, her ailede biraz geçtiğini söyleyerek kendi ailesindeki kadınlardan örnekler sıraladı. Bir diğer arkadaşım ne olursa olsun yaşam hakkının dokunulmaz olduğunu, bu türden olayların ölümle sonuçlanmaması gerektiğini belirtiyordu. Başka bir arkadaşım, kadınların içinde bulunduğu korkunç yalnızlığa değiniyor, yoksulluğun, çaresizliğin,  kimsesizliğin ve elbette değersizleştirilmenin bu denli yoğun olduğu hikâyelerin sonu başka nasıl olabilir, diyordu. Kimisi gelenekselci bakış açısıyla olaylara bakıyor, kimi dini boyutunu değerlendiriyor, kimi ise çekimser kalıyordu. Ama ne olursa olsun, nasıl bakılırsa bakılsın, bu hikâyeler bir noktada durup düşünmemizi, sorgulamamızı ve yaşadıklarımızla yüzleşmemizi sağladı.

Çoğu arkadaşım bu hikâyelerde geçen cinayetler için “yanlış biliyormuşuz, şimdi daha iyi anlıyoruz” dedi. Evet, yanlış biliyorduk, yalan biliyorduk, gerçeklerle bir ilgisi yoktu bildiklerimizin, ta başından beri hepimiz medyanın o korkunç tabiriyle onları “cani” olarak görüyorduk. Kocalarını öldürüp ardından “pişman değilim, keşke daha önce yapsaydım” diyen kadınların o korkunç çaresizliğini göremiyorduk.

Kitapta anlatılan bu hayatlar kalbimize dokunuyor. Hepsi aslında o kadar aşina olduğumuz, o kadar bilindik hikâyeler ki, tanıyoruz sanki o isimleri. Çevremizde o kadar çok Derya, Sakine ve Canan var ki, çoğumuz onların hikâyelerini okurken çok yakın olduğumuz birinin hikâyesini okuyor gibiydik aslında. Üstelik bu hikâyeler çerçevesinde konuşup tartışmamız, kendi hayatlarımızdan kesitler anlatmamız bizi birbirimize o kadar yakınlaştırdı ki sonrasında aramızda, hepimizin hissettiği güçlü bir dayanışma duygusu yeşerdi.


Toplumsal Cinsiyet dersini almış olmamızın en önemli sonucu, bu olayları en gerçek haliyle görebilmemizi sağladı. Üstelik yalnızca bu olaylara dair iyi bir tahlil yapabilme becerisi de değil, yaşamımızda olup biten ne varsa hepsinin iç yüzüne dair iyi bir okuma yetisi, eleştirel ve sorgulayıcı bir bakış açısı da kazandırdı. Bundan böyle artık bugüne dek kaçtığımız veya görmezden geldiğimiz gerçekleri konuşuyoruz; gerçekleri duymuyor belki ama yalan ve yanlışları daha iyi anlıyoruz..."
Geçtiğimiz hafta sonu Türkiye'de kadınların üniversiteye giriş hakkını elde etmelerinin 100. yılı dolayısıyla İstanbul'da bir sempozyum düzenlendi. Sempozyumun açılışında konuşan Şirin Tekeli'nin yazdıkları üzerine düşünmeye değer. Konuşmasında sıraladığı bütün objektif bilgiler bir yana sadece kendi deneyimleri bile kadınların akademide var olabilmek için nasıl bir mücadele verdiğini görmek adına çok şey anlatıyor -tabi görmek isteyene orası ayrı konu. Tekeli, üniversite öğrencisi kadınların sayısının arttığına, kadın çalışmaları bölümlerinin etkin olduğuna dikkat çekerken içerde ne değiştiğini, ne olduğunu bilemem diyor haliyle uzun yıllar önce üniversiteden ayrılmış biri olarak. Okurken bu noktada derin bir ahh çekiyor insan ister istemez, yani anlatsak içi seni dışı beni yakar. Hangi birini anlatalım ki, sadece kendi yaşadıklarım ve tanık olduklarımı sıralarsam burdan köye yol olur! Evet kadınlar sayıca üniversitelerde görünür(!) halde olabilir, bir çok ülkeye göre kadın akademisyen nüfusumuz daha çok olabilir ama bunlar tek başına bir ölçüt mü çok şüpheliyim. Zaten üst mevkilere, yönetici kadrolara gelememe mevzusu ayan beyan ortada, "cam tavan" konularına hiç girmeye bile gerek yok. Daha gündelik hayatımıza, pratiklerimize sirayet eden, sinsice ilerleyip (kadın) insanı canından bezdiren muamelelere bakmak lazım. Sadece kadın olmak işin bir boyutu, hele bir de üstüne feminist bir akademisyenseniz derdin bini bir para! Görmezden gelmeyi mi dersin, küçük görmeyi mi, ince ince laf sokmayı mı ve hepsinin olmazsa olmazı o akademik bilgiyle cilalayarak şaka yapıp dalga geçmeyi mi ya da akıl vermeyi mi!? Buyur seç beğen al, tabi hepsi bir arada paket program olarak gelirse -ki gelir- delirmemeniz işten bile değil. Bir bakmışsınız, gayet de donanımlı dediğiniz, çalışmalarını okuduğunuz bir erkek akademisyen gelir feminizmin bir bilim olacak kadar yeterli olamadığını size açıkça söyleyiverir. Ya da ülkenin toplumsal, siyasi tarihiyle ilgili kitaplar yazılır, derlemeler yapılır ama içinde ne feminizmden ne kadın hareketinden tek kelime etmez. Zaten bu feministlerin alanı diyerek ne uğraşıcam kolaycılığı bu kadar kabul görürken niye desin ki!? Kongrelere gidersiniz, saygın dergileri elinize alırsınız ve konu, katılımcı vb. dağılımlarına şöyle bir kısaca bakmanız bile mutsuz olmanız ya da yine mi diyerek bıkkınlık duymanız için yeterli malzemeyi verir. Ülkede her gün kadınlar patır patır öldürülürken, kadın cinayetleri yüzde 1400 arttığı bilgisi gelirken niyeyse hiç bir zaman hiç bir etkinlikte merkezi bir yer almaz, tabi ki toplumsal cinsiyet temalı bir şey değilse ya da kadın çalışmaları vb. bir yer düzenlemiyorsa. Maalesef akademide toplumsal cinsiyet sınıfa, kadın cinayetleri işçi cinayetlerine hep yenilir hep yenilir, sanki ikisi birbirinden ayrı ve ilgisiz şeyler gibi. Ama arka planda daima zaten bu kadınların ve özellikle feministlerin ilgilenmesi gereken bir şey olduğu fikri yerleştiği için çok da üstünde durulmaz. Bunu dillendiren bir kaç çatlak ses de itina ile yok sayılır, susturulur, yalnızlaştırılır veya en iyi ihtimalle politik doğruculuk adına dinleyip açıklamalarda bulunulur ama bir sonrakinde yine aynı tas aynı hamam devam eder. Çünkü bu ülkede her şeyin makbulü olsun isteriz, makbul vatandaşlar kadar makbul akademisyenler olmamız beklenir, hele de muhalifseniz ve hele de açıktan feministim diyorsanız tanımlanmış belirli sınırlarda konuştuğunuz, davrandığınız sürece bir sorun yoktur, hatta böyle olunca sizden iyisi yoktur. Çünkü bu ülkede her alanda olduğu gibi akademide de makbul feminist olmanız beklenir, kabul görür. Eh tabi bu iş de her zamanki gibi sessiz yığınlarla olur, bunun da niyesini anlamak çok zor değil. Bu kadar iktidar ilişkilerinin mikro düzeyde belirleyici olduğu bir yerde aman bana bir şey olmasın, aman ilişkimiz bozulmasın tutumundan daha "doğal" ne olabilir ki! Yaşadığımız toplumun iliklerine kadar sinmiş olan bu durumu tek bir cümle özetler esasen, "aman tadımız kaçmasın ali rıza bey!.." Bu cümlenin ataerkilliği pamuklara sarmaya doyamayan bir diziden olması da çok manidar ama hiç şaşırtıcı değil tahmin edersiniz.

Tüm bu saydıklarımı Şirin Tekeli bir iki cümleyle çok güzel özetlemiş:
"Son yıllarda, hem üniversite öğrencisi kadınların sayısında ciddi artışlar olduğunu, hem de pekçok üniversitede “kadın araştırmaları” bölümlerinin etkin bir faaliyette bulunduklarını izliyorum. Ama içeride ne değişti? Onu bilemem. Zira Maçoluk, çok güçlü bir ideolojik tavır olduğu gibi, bana kalırsa, okumuş, diplomalı, akademik titr sahibi erkeklerin maçoluğu, sıradan erkeklerinkine fark atar; baskın çıkar."

Evet hakikaten de Tekeli'nin maçoluk diye tanımladığı şey ideolojik bir tavırdır ve bunun en ince işlenmiş, en rafine hallerinden biri akademide hayat bulur. Ve bununla baş etmek için maalesef hayat boyu mücadele gerekir.

Yazının tamamını bu linkten okuyabilirsiniz:
http://bianet.org/biamag/toplumsal-cinsiyet/159773-akademyalarin-cinsiyetciligi-uzerine