Sözü daha fazla uzatmayayım, gelelim paylaşmak istediğim hediyeye. Buraya kadar anlattığım, hikayenin benim tarafımdan yaşanan kısmı, bir de bunu öğrencilerden birinin ağzından dinleyin. İşte hediye dediğim şey bu, dersi alan kadın öğrencilerimden biri toplumsal cinsiyet dersiyle birlikte yaşadığı değişime ilişkin muhteşem bir yazı yazmış. Aslında paylaşıp paylaşmamak konusunda epey tereddüt ettim, hatta bu yüzden biraz kişisel ayrıntıları çıkarması ve dersi öne çıkarması konusunda değişiklikler yapmasını istedim. Çünkü burada en çok paylaşmak istediğim şey toplumsal cinsiyet dersinin ne kadar önemli olduğu ve böyle bir dersin -zorunlu ders olarak- verilmesinin ne çok değiştirme imkan ve gücü taşıdığı. Çünkü son dönemde bu konuda feministler, kadın hareketinden kadınlar müfredatlarda bu dersin olması talebini dile getiriyor, hatta yakın zamanda bir üniversitede bununla ilgili imza kampanyası başlatıldı. İşte tam da bu tartışmalara bir katkı mahiyetinde, iyi bir örnek oluşturması adına bu yazıyı paylaşmak istiyorum. Ve hepimizin bu zor, karanlık günlerde iyi bir şeyler duymaya ve umut etmeye ihtiyacı var düşüncesiyle.. Umuyorum hepinize bana geldiği kadar iyi gelir.
Bundan sonrasında söz, sevgili öğrencim Suzan Karaoğlan'ın,
"Her şey yeni bir dersin programımıza
dahil edilmesiyle başlamıştı. Sosyoloji bölümüne feminist ve gözü kara bir
hocanın geleceği dedikodusu bütün öğrencilerin dilindeydi ve itiraf etmek
gerekirse hepimiz ne ile karşılaşacağımızı bilmediğimizden hem biraz çekinmiş
hem de heyecanlanmıştık. Toplumsal Cinsiyet dersini almak ve dersin hocası ile
tanışmak sanıyorum ki hepimizin hayatında kalıcı ve anlamlı bir değişikliğe yol
açtı. Evet, bu durum hiç şüphesiz hayatımızın seyrini değiştirdi. Birçoğumuza “
dünyaya bir daha gelseydim yine sosyoloji okurdum” u dedirtti. Biz artık eski
Zozan, eski Zehra, eski Sevgi, eski Mesut, eski Şilan, eski Rıdvan vd. değildik.
Gerçekliğin bütün çıplaklığıyla, bütün çelişkileriyle ve bütün ikiyüzlülüğüyle
tanıştık. Bu tanışıklık başta bizi memnun etmedi, rahatsız etti, aykırıydı
çünkü hem de baştan aşağı aykırıydı. Bildiklerimizi, doğru saydıklarımızı, göz
yumduklarımızı, ses çıkarmadıklarımızı hepsini ama hepsini reddediyordu
gerçeklik. Avaz avaz bağırıyordu bu sefer, ben buradayım, görün beni, farkında
olun diyordu tüm çirkinliğiyle ve tüm güzelliğiyle tüm solukluğuyla ve tüm
görkemiyle, en önemlisi tüm acısıyla gerçeklik tam da önümüze konmuştu.
“Ben bir feministim” demişti, ayağındaki
erkeksi ayakkabısı ve boynundaki mor renkli şalıyla. “Ben bir feministim!”,
evet açıkçası lisans hayatımız boyunca karşılaştığımız en tuhaf tanışma şekline
tanıklık ediyorduk hepimiz. Haklıydı, bön bön bakıyorduk, şaşkındık ve nasıl
bir davranış sergileyeceğimizi bilemiyorduk. Sezmiştik ta baştan beri, bu
seferki çok farklıydı. Evet, farklıydı, kuralları diğer hocaların kurallarından
oldukça farklıydı; Birincisi diyordu kadına bayan denilmez!!! Erkek düşmanı
mıydı yoksa? Neden bizi buldu, Ne yapacağız? Ödev vermese bari, ne güzel mezun
olacaktık, bir erkek düşmanımız eksikti vs. Sanırım bu söylemlerimiz kafamızın
ne kadar karıştığını açıklamaya yetiyor. Sosyoloji bölümü dördüncü sınıf
öğrencileri, Toplumsal Cinsiyet dersinin ilk haftasında sınıftan çıkarken
kafasında birçok soru işaretiyle birlikte çıkmıştı. Ne olacaktı bundan sonra?
Neydi o şimdi, hoca şov mu yapmıştı? Erkekler durmadan bize ne kadar şanslı
olduğumuzu kendilerinin derse 1-0 yenik başladıklarını söyleyip duruyorlardı.
Gerçekten öyle mi olacaktı?
Gerçekten öyle olmadı. Tek doğru
tahminimiz bu seferkinin oldukça farklı olacağı yönündeki tahminimizdi. Derste
diri diri, capcanlı gerçekler vardı. Toplum vardı. Tarih vardı. Siyaset vardı.
Kadın vardı. Kadınlar vardı. Kadınlar ve erkekler vardı. Kadınlık ve erkeklik
vardı. Gelenek, namus ve cinayetler vardı. Katil vardı. Masum vardı. Kader
vardı. Kader var mıydı? Gözyaşı vardı. En kanlı şekliyle şiddet vardı. Yoksulluk
vardı. Töre vardı. Emek vardı. Çocuk vardı. Sapına kadar kadın, sapına kadar
toplum ve sapına kadar gerçekler vardı.
İçinde büyüdüğümüz toplumun tek
tek bireyleri tarafından örüldüğümüzü, edindiğimiz kişilik özelliklerimizin
bizden oldukça bağımsız bir şekilde şekillendiğini biliyorduk ama söz konusu
cinsiyetimiz olduğunda onun toplumsal arka planına yeni yeni tanıklık ediyorduk.
Cinsiyetin toplumsal ve tarihsel arka planı oldukça karanlık göründü gözüme.
Kadınlık ve erkeklik değerlerinin oluşumu, kadınlık ve erkekliğe biçilen
roller, atfedilen sorumluluklar toplumsal cinsiyeti doğuruyor, bu değerler ise
çeşitli kaynaklar tarafından sürekli kendini yeniliyordu. Bu düzen, toplumu
yönetenlerin kendi eliyle desteklediği, beslediği bir düzendi aslında. Dünden
bugüne süregelen eril iktidarın içinde hep ikincil konumda olan, emeği
sömürülen, değersiz kılınan, kimliği aşağılanan, sürekli acılara tanıklık eden
ama bunların çoğu zaman farkında bile olamayan kadınların ne denli eşitsiz bir
düzen içinde olduklarına yeni yeni tanıklık ediyordum. Üstelik bu eşitsiz düzen
salt toplumu yönetenler tarafından değil, toplumu yönetenleri seçenler tarafından
da destekleniyor, bu düzen bu şekilde varlığını idame ettiriyordu. Evinde,
işyerinde, sokakta hayatının her alanında çeşitli şiddet türleriyle karşı
karşıya kalan kadınlar sadece Türkiye’de de değil dünyanın dört bir yanında
çığlık çığlığa olan sessizliklerini yeni yeni duyuyordum.
Bunları duymak, görmek ve
hissetmek bana her şeyden önce bir kadın olduğumu hatırlattı. İçimde bir
yerlerde sesini kıstığım neden kıstığımı anlayamadığım, çığlık atmasına izin
vermediğim, çocuklukta kaldığını sandığım anılarım şimdi diri diri önümdeydi.
Aman Allah’ım hepsi de ne kadar gerçekti. Ne kadar acıydı. Bu derste kulağımın
duyduğu her şey beni o anılara götürüyordu. Annemizin, ablamızın ve kendimizin
yaşamış olduğu o suskunlukları şimdi daha iyi duyabiliyor, daha iyi
görebiliyorduk. Bu derste okunan her metinden sonra kendi hayatıma dönüp tekrar
bakıyordum. İtiraf edeyim bu derse girmek canımı acıtıyordu. Çocukluğuma mı
vereyim yoksa nedenini bilemediğim korkularıma mı, susmuştum ve unutmuştum veya
unuttuğumu sanmıştım fark etmezdi. Oysa şimdi ne yapılabilirdi nasıl görmezden
gelinebilirdi ki tekrar? Nasıl unutulabilirdi ki?
Unutulamazdı elbette, artık
mümkün değildi, ben artık eski ben değildi. Lisans öğrenimimi tamamlamadan önce
bu dersi almam hayatımın miladıydı belki de. Arkadaşlık ve aile ilişkilerim de
bundan nasibini aldı. En çok da erkek arkadaşım ve babam. Bendeki akıl almaz
değişimi yadırgıyorlar, birdenbire beni, annemin daha doğrusu annem üzerinden
şiddet gören bütün kadınların avukatlığını yaparken buluyorlardı. Bana en zor
gelen durum beni anlayamamaları değil, bunun zaman alacağının farkındayım
elbette ama mevzunun ne denli hassas olduğunun bile farkında olmamaları, kadına
yönelik her türlü gerici söylemlerin arkasına sığınmaları canımı çok sıkıyordu.
Değişime kendimden başlayıp, önce
yakın arkadaşlarımı ve ailemi de buna dahil etmek istedim. En azından bunu
kendime bir sorumluluk olarak kabul etmeliyim diye düşünüyordum. Çünkü dediğim
gibi ben her şeyden önce bir kadındım. Hayatımızın her alanında bize engel olan
bu eşitsiz düzenin, bizi sarıp sarmalayan acıların, insanlık tarihi boyunca
değişmeyen kaderlerimizin önüne geçmek, bunun için önlerde durmak, sesimizi kısmak
yerine ses çıkarmak, korkmak yerine öfke duymak, tüm bunlara ve karınca
kararınca kadının var olma mücadelesine destek olmak için en azından küçük
çapta bir değişime ön ayak olmak isteği doğdu içimde.
Bizde olduğu gibi, geleneksel
değerlerin, yanlış dini söylemlerin hâkim olduğu, iktidarın erkeğin tekelinde
olduğu toplumlarda bu minnacık değişimi bile yapmaya çalışmak ne güçtür, bilenler
bilir. Önce kaldığım yurtta oda arkadaşlarıma derste okuduğum metinleri,
makaleleri okumaya, onları bir şekilde uyandırmak için çalışmaya giriştim. Şüphesiz
bu hiç kolay olmuyordu. Örneğin bir gün arkadaşlarımdan biri bana gelip, “kendime
bir elbise aldım çok beğendim ama erkek arkadaşım bunun biraz daha bol durması
gerektiğini söyledi, hiç giymedim geri mağazaya bırakacağım” diyordu. İşte
böyle durumlarda insan hakikaten ne yapacağını şaşırıyor, hevesi kaçıp morali
bozuluyor. Saatlerce tartışmışsın ama hiçbir işe yaramamış sanki. Ama yine de
yılmıyorum, akşam oluyor ben bir yolunu bulup tekrar açıyorum tartışmaların
kapısını. Sizce erkekler neden şiddet uygular, şiddet bir huy mudur, şiddet
öğrenilen bir şey midir? En can alıcı soru; annen, ablan veya kardeşlerin,
herhangi bir erkekten şiddet gördü mü? Veya sen? Cevap beklemiyorum elbette,
yalnızca gözlerime bakmaları yeterli oluyor inanın, şiddete uğramış veya şiddete
tanıklık etmiş birinin gözleri her zaman tanıdık gelir, aynı şeylere tanıklık
eden gözlere…
Yeni yılın ilk günlerinde gerek
dersteki başarım gerekse alanına duyduğum yoğun ilgiden ötürü dersin hocasından
çok anlamlı bir hediye aldım: Bir kitap! Kitabın adı “Canına Tak Eden
Kadınlar”. Yazarı Sibel Hürtaş. İtiraf edeyim bu kitapta olup bitenler beni
oldukça etkiledi. Kitapta çeşitli illerde cezaevindeki kocalarını ve
sevgililerini öldüren kadın mahkûmların acı dolu
hikâyeleri yer alıyordu. Bu hikayelerde, kadın mahkumların suskunlukları kendi
seslerinden ifade bulmuş, çaresizlikleri, boyun eğmişlikleri ve sonunda
başkaldırışları dile getirilmiş. Hayatları boyunca başta cinsel olmak üzere
birçok şiddet türüyle karşı karşıya kalan kadınların canına tak edişleri ve
kocalarını veya sevgililerini öldürme noktasına nasıl geldikleriyle
karşılaşıyorsunuz. Bu kitabı okuduktan sonra bir kez daha anladım, hiçbir suçun
tek taraflı olmadığını. O kadınların hikâyelerini çoğu kez gözü yaşlı bir
şekilde okudum. Yıllarca şiddet görmüş, kocasından kaçamamış, ailesi sahip
çıkmamış, devlet her zamanki tutumunu sergilemiş ve sonunda canına tak etmiş
kadınlar…
Kitabı okuyup bitirdikten sonra
uzun süre etkisinden kurtulamadım. Öyle ki ilk zamanlar nereye gitsem kitabı da
yanıma alıyor, bir türlü elimden düşüremiyordum. Oda arkadaşlarıma, sınıf
arkadaşlarıma, misafir olduğum evlerde, nerde olursam olayım alıyordum elime
kitabı, rastgele açıyordum bir hikâye başlıyordum okumaya. Medyanın bu türden
olaylara karşı takındığı tavrı bir kenara itin, alın size gerçekler diyordum. Merak
ediyordum tepkileri ne olur acaba, bu kadınları az da olsa anlayabilir miyiz,
öldüreni değil öleni suçlayabilir miyiz diye. Tepkiler farklılık arz ediyordu
bu noktada. Kimi sessizce dinliyor, kimi lanetler yağdırıyor kimi ise çok
yabancı şaşkınlıkla hikâyenin sonunu bekliyordu. Bir arkadaşımın annesi bu hikâyeleri
okumamamız gerektiğini, çünkü okursak üzülmekten başka elimizden bir şey
gelmeyeceğini söylüyordu. Biz okudukça o endişesini saklayamıyor, içten içe kahroluyor
gibiydi. Herkes hikayeler üzerine düşüncelerini, hislerini dile getirirken o
yalnızca dalıyor, suskunluğa gömülüp hikayenin sonunu bekliyordu. Okunan
hikayeler onu da derin bir kedere bürümüştü. Göz ucuyla birbirimize baktık ve
kapattık kitabı, şiddetten bahsedemedik daha fazla. Bir arkadaşım olayların iç yüzünü daha iyi
anladığını, bu türden hikâyelerin her yerde, her ailede biraz geçtiğini
söyleyerek kendi ailesindeki kadınlardan örnekler sıraladı. Bir diğer arkadaşım
ne olursa olsun yaşam hakkının dokunulmaz olduğunu, bu türden olayların ölümle
sonuçlanmaması gerektiğini belirtiyordu. Başka bir arkadaşım, kadınların içinde
bulunduğu korkunç yalnızlığa değiniyor, yoksulluğun, çaresizliğin, kimsesizliğin ve elbette
değersizleştirilmenin bu denli yoğun olduğu hikâyelerin sonu başka nasıl
olabilir, diyordu. Kimisi gelenekselci bakış açısıyla olaylara bakıyor, kimi
dini boyutunu değerlendiriyor, kimi ise çekimser kalıyordu. Ama ne olursa olsun,
nasıl bakılırsa bakılsın, bu hikâyeler bir noktada durup düşünmemizi,
sorgulamamızı ve yaşadıklarımızla yüzleşmemizi sağladı.
Çoğu arkadaşım bu hikâyelerde
geçen cinayetler için “yanlış biliyormuşuz, şimdi daha iyi anlıyoruz” dedi.
Evet, yanlış biliyorduk, yalan biliyorduk, gerçeklerle bir ilgisi yoktu
bildiklerimizin, ta başından beri hepimiz medyanın o korkunç tabiriyle onları
“cani” olarak görüyorduk. Kocalarını öldürüp ardından “pişman değilim, keşke
daha önce yapsaydım” diyen kadınların o korkunç çaresizliğini göremiyorduk.
Kitapta anlatılan bu hayatlar
kalbimize dokunuyor. Hepsi aslında o kadar aşina olduğumuz, o kadar bilindik
hikâyeler ki, tanıyoruz sanki o isimleri. Çevremizde o kadar çok Derya, Sakine
ve Canan var ki, çoğumuz onların hikâyelerini okurken çok yakın olduğumuz
birinin hikâyesini okuyor gibiydik aslında. Üstelik bu hikâyeler çerçevesinde
konuşup tartışmamız, kendi hayatlarımızdan kesitler anlatmamız bizi birbirimize
o kadar yakınlaştırdı ki sonrasında aramızda, hepimizin hissettiği güçlü bir
dayanışma duygusu yeşerdi.
Toplumsal Cinsiyet dersini almış
olmamızın en önemli sonucu, bu olayları en gerçek haliyle görebilmemizi
sağladı. Üstelik yalnızca bu olaylara dair iyi bir tahlil yapabilme becerisi de
değil, yaşamımızda olup biten ne varsa hepsinin iç yüzüne dair iyi bir okuma
yetisi, eleştirel ve sorgulayıcı bir bakış açısı da kazandırdı. Bundan böyle
artık bugüne dek kaçtığımız veya görmezden geldiğimiz gerçekleri konuşuyoruz;
gerçekleri duymuyor belki ama yalan ve yanlışları daha iyi anlıyoruz..."
0 yorum