Bu 8 Mart belki de hayatımın en güzel hediyesini aldım. Birazdan bunu sizinle paylaşacağım ama önce izin verin biraz hikayesini anlatayım. Eylül ayında yeni bir şehirde yeni bir hayata başlamış ve ilk kez bulunduğum bu şehirde üniversitede ders vermeye başlamıştım. Şu an bunları yazarken bir dönemin nasıl da hızla geçtiğine ve aynı zamanda her şeye alışmak konusunda nasıl da büyük bir yeteneğimiz olduğuna şaşıp kalıyorum. Ama yine de kolay olmadığı da açık, bilenler bilir. Geçtiğimiz dönem bütün bu yerleşme ve alışma karmaşasıyla birlikte bir anda kendimi çok sayıda ders vermek zorunda kalırken buldum. En azından şanslıydım ki vereceğim derslerden birini belirlme şansım oldu ve doğal olarak bir feminist akademisyenin isteyeceği ilk şeyi yaparak toplumsal cinsiyet dersi açtım. Her ne kadar istediğim şey bu da olsa kendim açımdan işleri bir kat daha zorlaştırdığımı söylememe gerek yok tahmin edersiniz. Feminizm algısının bu kadar önyargılarla beslendiğini bir kenara bırakın, ataerkil ilişkilerin en yoğun şekilde etkili olduğu ve 4. sınıfa gelene dek bu konuda neredeyse hiçbir şey görmemiş genç bir topluluğa "dışarı"dan gelen genç bir kadın olarak toplumsal cinsiyet eşitsizliği anlatmak ve bir şeyleri değiştirmeye çalışmak hakkaten iyi bir  mücadele gerektiriyormuş ama en çok da sağlam bir bünye ve sinir kasları! Şöyle diyeyim, dönemin yarısına kadar her derste artık bugün klişe diye gördüğümüz bütün sorular, suçlamalar, önyargılar aklınıza ne gelirse biri bitmeden biri başlıyordu; adeta her gün başımdan aşağı tüm önyargılar boca ediliyordu. Her günün sonuysa karışık hislerle ama en çok da büyük bir çaresizlik ve karamsarlık duygusuyla bitiyordu maalesef. Ve hep aynı sorular kafamda yankılandı haftalarca, nasıl değiştireceğiz bu önyargıları ve nasıl mücadele edeceğiz bunca şeyle? Tam bir şeyler değişmeye başlıyor diye umutlanırken birinin çıkıp ama hocam siz de hep kadınlardan bahsediyorsunuz, ne zaman erkeklerden konuşacağız diye sormasıyla sevincim kursağımda kalıyordu. Şimdi bunları anlatırken yüzümde bir gülümseme beliriyor mütemadiyen çünkü evet size mutlu sonla biten bir hikayem var! Hem benim hem öğrenciler için çok zorlu geçen bir dönemin sonunda çok yol katettik, birlikte tartıştık, kavga ettik, kimi zaman vazgeçtik kimi zaman korktuk ama en azından büyük bir çoğunluğuyla karşılıklı birbirini anlamayı ve öğrenmeyi becerebildik sanırım. Bugün bakıyorum, çoğu kadın öğrencinin sesi daha çok ve daha güvenli çıkıyor, bir çoğu -öye bir kaç tane değil!- kadın konusunda okuma yapıyor, çalışmalara katılıyor, ve hiç beklemediğim şekilde çevrelerine feminizmi anlatmaya çalışıyor. Bu aralar en çok duyduğum soru bu misal, hocam bu feminizmi nasıl anlatıcaz biz bu insanlara, hep yanlış biliyorlar! Erkek öğrencilerle de durum hiç fena değil, bir çoğu bugün kendi erkekliklerinin daha farkında ve bunu daha sorgular halde. Çoğu zaman ikili üçlü gruplar halinde bunun üzerine sohbet ediyoruz, ailelerinde ve/ya arkadaş çevrelerinde yaşadıklarından örnekler vererek benim için de yeni olan sorular soruyorlar. Geçen dönem boyunca sosyal medyada bu tür anekdotlar paylaşırken, bir kadın arkadaş "insan başka ne için yaşar ki!" demişti. Şu an bu söz bana o kadar doğru geliyor, öyle derinden hissediyorum ki bunu; evet, bir insan hele de feminist bir kadınsa daha ne ister ki! Çünkü bu olduktan sonra her şey mümkün, yani hayatı yaşanılır hale getirebilme imkanı kısaca.

Sözü daha fazla uzatmayayım, gelelim paylaşmak istediğim hediyeye. Buraya kadar anlattığım, hikayenin benim tarafımdan yaşanan  kısmı, bir de bunu öğrencilerden birinin ağzından dinleyin. İşte hediye dediğim şey bu, dersi alan kadın öğrencilerimden biri toplumsal cinsiyet dersiyle birlikte yaşadığı değişime ilişkin muhteşem bir yazı yazmış. Aslında paylaşıp paylaşmamak konusunda epey tereddüt ettim, hatta bu yüzden biraz kişisel ayrıntıları çıkarması ve dersi öne çıkarması konusunda değişiklikler yapmasını istedim. Çünkü burada en çok paylaşmak istediğim şey toplumsal cinsiyet dersinin ne kadar önemli olduğu ve böyle bir dersin -zorunlu ders olarak- verilmesinin ne çok değiştirme imkan ve gücü taşıdığı. Çünkü son dönemde bu konuda feministler, kadın hareketinden kadınlar müfredatlarda bu dersin olması talebini dile getiriyor, hatta yakın zamanda bir üniversitede bununla ilgili imza kampanyası başlatıldı. İşte tam da bu tartışmalara bir katkı mahiyetinde, iyi bir örnek oluşturması adına bu yazıyı paylaşmak istiyorum. Ve hepimizin bu zor, karanlık günlerde iyi bir şeyler duymaya ve umut etmeye ihtiyacı var düşüncesiyle.. Umuyorum hepinize bana geldiği kadar iyi gelir.


Bundan sonrasında söz, sevgili öğrencim Suzan Karaoğlan'ın,

"Her şey yeni bir dersin programımıza dahil edilmesiyle başlamıştı. Sosyoloji bölümüne feminist ve gözü kara bir hocanın geleceği dedikodusu bütün öğrencilerin dilindeydi ve itiraf etmek gerekirse hepimiz ne ile karşılaşacağımızı bilmediğimizden hem biraz çekinmiş hem de heyecanlanmıştık. Toplumsal Cinsiyet dersini almak ve dersin hocası ile tanışmak sanıyorum ki hepimizin hayatında kalıcı ve anlamlı bir değişikliğe yol açtı. Evet, bu durum hiç şüphesiz hayatımızın seyrini değiştirdi. Birçoğumuza “ dünyaya bir daha gelseydim yine sosyoloji okurdum” u dedirtti. Biz artık eski Zozan, eski Zehra, eski Sevgi, eski Mesut, eski Şilan, eski Rıdvan vd. değildik. Gerçekliğin bütün çıplaklığıyla, bütün çelişkileriyle ve bütün ikiyüzlülüğüyle tanıştık. Bu tanışıklık başta bizi memnun etmedi, rahatsız etti, aykırıydı çünkü hem de baştan aşağı aykırıydı. Bildiklerimizi, doğru saydıklarımızı, göz yumduklarımızı, ses çıkarmadıklarımızı hepsini ama hepsini reddediyordu gerçeklik. Avaz avaz bağırıyordu bu sefer, ben buradayım, görün beni, farkında olun diyordu tüm çirkinliğiyle ve tüm güzelliğiyle tüm solukluğuyla ve tüm görkemiyle, en önemlisi tüm acısıyla gerçeklik tam da önümüze konmuştu.

 “Ben bir feministim” demişti, ayağındaki erkeksi ayakkabısı ve boynundaki mor renkli şalıyla. “Ben bir feministim!”, evet açıkçası lisans hayatımız boyunca karşılaştığımız en tuhaf tanışma şekline tanıklık ediyorduk hepimiz. Haklıydı, bön bön bakıyorduk, şaşkındık ve nasıl bir davranış sergileyeceğimizi bilemiyorduk. Sezmiştik ta baştan beri, bu seferki çok farklıydı. Evet, farklıydı, kuralları diğer hocaların kurallarından oldukça farklıydı; Birincisi diyordu kadına bayan denilmez!!! Erkek düşmanı mıydı yoksa? Neden bizi buldu, Ne yapacağız? Ödev vermese bari, ne güzel mezun olacaktık, bir erkek düşmanımız eksikti vs. Sanırım bu söylemlerimiz kafamızın ne kadar karıştığını açıklamaya yetiyor. Sosyoloji bölümü dördüncü sınıf öğrencileri, Toplumsal Cinsiyet dersinin ilk haftasında sınıftan çıkarken kafasında birçok soru işaretiyle birlikte çıkmıştı. Ne olacaktı bundan sonra? Neydi o şimdi, hoca şov mu yapmıştı? Erkekler durmadan bize ne kadar şanslı olduğumuzu kendilerinin derse 1-0 yenik başladıklarını söyleyip duruyorlardı. Gerçekten öyle mi olacaktı?

Gerçekten öyle olmadı. Tek doğru tahminimiz bu seferkinin oldukça farklı olacağı yönündeki tahminimizdi. Derste diri diri, capcanlı gerçekler vardı. Toplum vardı. Tarih vardı. Siyaset vardı. Kadın vardı. Kadınlar vardı. Kadınlar ve erkekler vardı. Kadınlık ve erkeklik vardı. Gelenek, namus ve cinayetler vardı. Katil vardı. Masum vardı. Kader vardı. Kader var mıydı? Gözyaşı vardı. En kanlı şekliyle şiddet vardı. Yoksulluk vardı. Töre vardı. Emek vardı. Çocuk vardı. Sapına kadar kadın, sapına kadar toplum ve sapına kadar gerçekler vardı.

İçinde büyüdüğümüz toplumun tek tek bireyleri tarafından örüldüğümüzü, edindiğimiz kişilik özelliklerimizin bizden oldukça bağımsız bir şekilde şekillendiğini biliyorduk ama söz konusu cinsiyetimiz olduğunda onun toplumsal arka planına yeni yeni tanıklık ediyorduk. Cinsiyetin toplumsal ve tarihsel arka planı oldukça karanlık göründü gözüme. Kadınlık ve erkeklik değerlerinin oluşumu, kadınlık ve erkekliğe biçilen roller, atfedilen sorumluluklar toplumsal cinsiyeti doğuruyor, bu değerler ise çeşitli kaynaklar tarafından sürekli kendini yeniliyordu. Bu düzen, toplumu yönetenlerin kendi eliyle desteklediği, beslediği bir düzendi aslında. Dünden bugüne süregelen eril iktidarın içinde hep ikincil konumda olan, emeği sömürülen, değersiz kılınan, kimliği aşağılanan, sürekli acılara tanıklık eden ama bunların çoğu zaman farkında bile olamayan kadınların ne denli eşitsiz bir düzen içinde olduklarına yeni yeni tanıklık ediyordum. Üstelik bu eşitsiz düzen salt toplumu yönetenler tarafından değil, toplumu yönetenleri seçenler tarafından da destekleniyor, bu düzen bu şekilde varlığını idame ettiriyordu. Evinde, işyerinde, sokakta hayatının her alanında çeşitli şiddet türleriyle karşı karşıya kalan kadınlar sadece Türkiye’de de değil dünyanın dört bir yanında çığlık çığlığa olan sessizliklerini yeni yeni duyuyordum.

Bunları duymak, görmek ve hissetmek bana her şeyden önce bir kadın olduğumu hatırlattı. İçimde bir yerlerde sesini kıstığım neden kıstığımı anlayamadığım, çığlık atmasına izin vermediğim, çocuklukta kaldığını sandığım anılarım şimdi diri diri önümdeydi. Aman Allah’ım hepsi de ne kadar gerçekti. Ne kadar acıydı. Bu derste kulağımın duyduğu her şey beni o anılara götürüyordu. Annemizin, ablamızın ve kendimizin yaşamış olduğu o suskunlukları şimdi daha iyi duyabiliyor, daha iyi görebiliyorduk. Bu derste okunan her metinden sonra kendi hayatıma dönüp tekrar bakıyordum. İtiraf edeyim bu derse girmek canımı acıtıyordu. Çocukluğuma mı vereyim yoksa nedenini bilemediğim korkularıma mı, susmuştum ve unutmuştum veya unuttuğumu sanmıştım fark etmezdi. Oysa şimdi ne yapılabilirdi nasıl görmezden gelinebilirdi ki tekrar? Nasıl unutulabilirdi ki?

Unutulamazdı elbette, artık mümkün değildi, ben artık eski ben değildi. Lisans öğrenimimi tamamlamadan önce bu dersi almam hayatımın miladıydı belki de. Arkadaşlık ve aile ilişkilerim de bundan nasibini aldı. En çok da erkek arkadaşım ve babam. Bendeki akıl almaz değişimi yadırgıyorlar, birdenbire beni, annemin daha doğrusu annem üzerinden şiddet gören bütün kadınların avukatlığını yaparken buluyorlardı. Bana en zor gelen durum beni anlayamamaları değil, bunun zaman alacağının farkındayım elbette ama mevzunun ne denli hassas olduğunun bile farkında olmamaları, kadına yönelik her türlü gerici söylemlerin arkasına sığınmaları canımı çok sıkıyordu.
Değişime kendimden başlayıp, önce yakın arkadaşlarımı ve ailemi de buna dahil etmek istedim. En azından bunu kendime bir sorumluluk olarak kabul etmeliyim diye düşünüyordum. Çünkü dediğim gibi ben her şeyden önce bir kadındım. Hayatımızın her alanında bize engel olan bu eşitsiz düzenin, bizi sarıp sarmalayan acıların, insanlık tarihi boyunca değişmeyen kaderlerimizin önüne geçmek, bunun için önlerde durmak, sesimizi kısmak yerine ses çıkarmak, korkmak yerine öfke duymak, tüm bunlara ve karınca kararınca kadının var olma mücadelesine destek olmak için en azından küçük çapta bir değişime ön ayak olmak isteği doğdu içimde.

Bizde olduğu gibi, geleneksel değerlerin, yanlış dini söylemlerin hâkim olduğu, iktidarın erkeğin tekelinde olduğu toplumlarda bu minnacık değişimi bile yapmaya çalışmak ne güçtür, bilenler bilir. Önce kaldığım yurtta oda arkadaşlarıma derste okuduğum metinleri, makaleleri okumaya, onları bir şekilde uyandırmak için çalışmaya giriştim. Şüphesiz bu hiç kolay olmuyordu. Örneğin bir gün arkadaşlarımdan biri bana gelip, “kendime bir elbise aldım çok beğendim ama erkek arkadaşım bunun biraz daha bol durması gerektiğini söyledi, hiç giymedim geri mağazaya bırakacağım” diyordu. İşte böyle durumlarda insan hakikaten ne yapacağını şaşırıyor, hevesi kaçıp morali bozuluyor. Saatlerce tartışmışsın ama hiçbir işe yaramamış sanki. Ama yine de yılmıyorum, akşam oluyor ben bir yolunu bulup tekrar açıyorum tartışmaların kapısını. Sizce erkekler neden şiddet uygular, şiddet bir huy mudur, şiddet öğrenilen bir şey midir? En can alıcı soru; annen, ablan veya kardeşlerin, herhangi bir erkekten şiddet gördü mü? Veya sen? Cevap beklemiyorum elbette, yalnızca gözlerime bakmaları yeterli oluyor inanın, şiddete uğramış veya şiddete tanıklık etmiş birinin gözleri her zaman tanıdık gelir, aynı şeylere tanıklık eden gözlere…

Yeni yılın ilk günlerinde gerek dersteki başarım gerekse alanına duyduğum yoğun ilgiden ötürü dersin hocasından çok anlamlı bir hediye aldım: Bir kitap! Kitabın adı “Canına Tak Eden Kadınlar”. Yazarı Sibel Hürtaş. İtiraf edeyim bu kitapta olup bitenler beni oldukça etkiledi. Kitapta çeşitli illerde cezaevindeki kocalarını ve sevgililerini öldüren kadın mahkûmların acı dolu hikâyeleri yer alıyordu. Bu hikayelerde, kadın mahkumların suskunlukları kendi seslerinden ifade bulmuş, çaresizlikleri, boyun eğmişlikleri ve sonunda başkaldırışları dile getirilmiş. Hayatları boyunca başta cinsel olmak üzere birçok şiddet türüyle karşı karşıya kalan kadınların canına tak edişleri ve kocalarını veya sevgililerini öldürme noktasına nasıl geldikleriyle karşılaşıyorsunuz. Bu kitabı okuduktan sonra bir kez daha anladım, hiçbir suçun tek taraflı olmadığını. O kadınların hikâyelerini çoğu kez gözü yaşlı bir şekilde okudum. Yıllarca şiddet görmüş, kocasından kaçamamış, ailesi sahip çıkmamış, devlet her zamanki tutumunu sergilemiş ve sonunda canına tak etmiş kadınlar…

Kitabı okuyup bitirdikten sonra uzun süre etkisinden kurtulamadım. Öyle ki ilk zamanlar nereye gitsem kitabı da yanıma alıyor, bir türlü elimden düşüremiyordum. Oda arkadaşlarıma, sınıf arkadaşlarıma, misafir olduğum evlerde, nerde olursam olayım alıyordum elime kitabı, rastgele açıyordum bir hikâye başlıyordum okumaya. Medyanın bu türden olaylara karşı takındığı tavrı bir kenara itin, alın size gerçekler diyordum. Merak ediyordum tepkileri ne olur acaba, bu kadınları az da olsa anlayabilir miyiz, öldüreni değil öleni suçlayabilir miyiz diye. Tepkiler farklılık arz ediyordu bu noktada. Kimi sessizce dinliyor, kimi lanetler yağdırıyor kimi ise çok yabancı şaşkınlıkla hikâyenin sonunu bekliyordu. Bir arkadaşımın annesi bu hikâyeleri okumamamız gerektiğini, çünkü okursak üzülmekten başka elimizden bir şey gelmeyeceğini söylüyordu. Biz okudukça o endişesini saklayamıyor, içten içe kahroluyor gibiydi. Herkes hikayeler üzerine düşüncelerini, hislerini dile getirirken o yalnızca dalıyor, suskunluğa gömülüp hikayenin sonunu bekliyordu. Okunan hikayeler onu da derin bir kedere bürümüştü. Göz ucuyla birbirimize baktık ve kapattık kitabı, şiddetten bahsedemedik daha fazla.  Bir arkadaşım olayların iç yüzünü daha iyi anladığını, bu türden hikâyelerin her yerde, her ailede biraz geçtiğini söyleyerek kendi ailesindeki kadınlardan örnekler sıraladı. Bir diğer arkadaşım ne olursa olsun yaşam hakkının dokunulmaz olduğunu, bu türden olayların ölümle sonuçlanmaması gerektiğini belirtiyordu. Başka bir arkadaşım, kadınların içinde bulunduğu korkunç yalnızlığa değiniyor, yoksulluğun, çaresizliğin,  kimsesizliğin ve elbette değersizleştirilmenin bu denli yoğun olduğu hikâyelerin sonu başka nasıl olabilir, diyordu. Kimisi gelenekselci bakış açısıyla olaylara bakıyor, kimi dini boyutunu değerlendiriyor, kimi ise çekimser kalıyordu. Ama ne olursa olsun, nasıl bakılırsa bakılsın, bu hikâyeler bir noktada durup düşünmemizi, sorgulamamızı ve yaşadıklarımızla yüzleşmemizi sağladı.

Çoğu arkadaşım bu hikâyelerde geçen cinayetler için “yanlış biliyormuşuz, şimdi daha iyi anlıyoruz” dedi. Evet, yanlış biliyorduk, yalan biliyorduk, gerçeklerle bir ilgisi yoktu bildiklerimizin, ta başından beri hepimiz medyanın o korkunç tabiriyle onları “cani” olarak görüyorduk. Kocalarını öldürüp ardından “pişman değilim, keşke daha önce yapsaydım” diyen kadınların o korkunç çaresizliğini göremiyorduk.

Kitapta anlatılan bu hayatlar kalbimize dokunuyor. Hepsi aslında o kadar aşina olduğumuz, o kadar bilindik hikâyeler ki, tanıyoruz sanki o isimleri. Çevremizde o kadar çok Derya, Sakine ve Canan var ki, çoğumuz onların hikâyelerini okurken çok yakın olduğumuz birinin hikâyesini okuyor gibiydik aslında. Üstelik bu hikâyeler çerçevesinde konuşup tartışmamız, kendi hayatlarımızdan kesitler anlatmamız bizi birbirimize o kadar yakınlaştırdı ki sonrasında aramızda, hepimizin hissettiği güçlü bir dayanışma duygusu yeşerdi.


Toplumsal Cinsiyet dersini almış olmamızın en önemli sonucu, bu olayları en gerçek haliyle görebilmemizi sağladı. Üstelik yalnızca bu olaylara dair iyi bir tahlil yapabilme becerisi de değil, yaşamımızda olup biten ne varsa hepsinin iç yüzüne dair iyi bir okuma yetisi, eleştirel ve sorgulayıcı bir bakış açısı da kazandırdı. Bundan böyle artık bugüne dek kaçtığımız veya görmezden geldiğimiz gerçekleri konuşuyoruz; gerçekleri duymuyor belki ama yalan ve yanlışları daha iyi anlıyoruz..."
0 yorum