Her yolculuk kendine özgü hikâyeler, karşılaşmalar ve insanlar taşır ama bazı yolculuklar vardır ki daha başlamadan içimizde hissederiz ve zaman geçtikçe üzerimizde derin izler bırakır. Her adımımızda hayata, kendimize ve yaşadıklarımıza dair bakışımız değişir, yeni birine dönüşürüz ya da en azından artık yola çıkan kişi değilizdir. Ve şüphesiz böyle yolculukları, yolda biriken hikâyeleri anlatmak için derin bir ihtiyaç duyarız çünkü isteriz ki paylaştıkça çoğalsın, başkaları da bu yolculuğu yapsın.
Geçtiğimiz Mayıs ayının son haftasında Hrant Dink Vakfı'nın seyahat fonuyla
Erivan'a -kendi deyişleriyle Yerevan'a- gittim. Yaklaşık bir hafta kaldığım
ziyaretimde Erivan'daki kadın ve LGBT örgütlerinden insanlarla görüştüm ve tabi
şüphesiz bu arada şehri de en iyi şekilde gezmek, tanımak için önüme çıkan her
fırsatı değerlendirmeye çalıştım. Erivan'da yaptığım çalışma yakın zamanda başka bir
yazının konusu olacak umuyorum, burada yapmak istediğim ise daha çok bir yol
hikayesini paylaşmak. Her ne kadar sınır komşumuz da olsa maalesef
tahayyülümüzdeki mesafe fiziksel olandan çok daha uzak. Erivan'a gideceğim
kesinleştikten sonra fark ettiğim ve kabul etmem gereken ilk şey bu oldu. Gitme
hazırlıkları sırasında, hele de belli bir çalışma amacıyla gittiğim için, bu
yanı başımızdaki yere dair bir şeyler okumaya başladıkça ne kadar az şey
bildiğimi, daha doğrusu neredeyse elle tutulur, derinlikli hiç bir şey
bilmediğimi fark ettim ve fark ettikçe utandım. Bu tür bir duyguya Hindistan'a
gittiğimde de kapılmıştım, tabi ki çok farklı bir bağlamda; ama ikisinde de
ortak bir nokta var ki o da bizim, Türkiye'de yaşayanlar olarak, kendimizin
dışında ilgimizin yöneldiği neredeyse yegâne yerin Batı olması. Özellikle de
akademik ve toplumsal çalışmalarda yer alanlar bahsettiğim bu Batı merkezci
yaklaşımı çok daha açık bir biçimde görmektedir eminim. Erivan konu olunca tabi
başka önemli bir boyut da ekleniyor meseleye; yanı başımızdaki tarih, yıllardır
görülmeyi, duyulmayı bekleyen o derin ve acılı tarih.
Daha öncesinde kendim de bilmediğim için Erivan'a nasıl gidilir sorusuyla başlayayım. Erivan'a gitmenin iki farklı yolu var, ikisi de gayet kolay. İsterseniz direk İstanbul'dan uçabilirsiniz, haftanın iki günü Atlas Jet'in Erivan seferleri var. Diğer seçenekse uçakla Tiflis'e gidip oradan kara yoluyla Erivan'a geçmek. Aslında Van'la Erivan oldukça yakın ama sınır kapalı olduğu için mecburen önce Van'dan uçakla İstanbul'a gidip aynı yolu tekrar gerisin geri uçuyorsunuz Erivan'a giderken. Ben gidişte ilk güzergahı dönüşte ise ikincisini seçtim, böylece güzel Tiflis şehrini de görmüş oldum. Ayrıca Erivan-Tiflis arası karayolu da size çok güzel bir manzara sunuyor yol boyu. Her gece Erivan'dan tren de var fakat etrafı izleyerek gitmek istediğim için ben gün içinde belli saatlerde kalkan minübüsleri tercih ettim, size de tavsiye ederim. Yandaki fotoğrafta gördüğünüz yapı, bu minübüslerin kalktığı şehirlerarası terminal.
Uçak seferleri epey geç saatte olduğu için Erivan'a gecenin bir vakti
iniyorsunuz ama ulaşım vs konusunda bir sıkıntı yaşanmıyor, özellikle şehirde
taksiler inanılmaz derecede ucuz. Kalacak yer konusunda da ucuz hostellerden
lüks otelllere ya da kiralık oda ve evlere çok sayıda seçenek var. Ben biraz iş
nedeniyle gitmem biraz da tavsiyeler sonucunda şehir merkezinde uygun fiyatlı
küçük bir apartman dairesi kiraladım. Başta biraz tereddütlerim olsa da
sonrasında çok memnun kaldım, adeta evimdeymişim gibi keyifli zaman geçirdim. O
kadar alışmışım ki ayrılırken kendi evimi bırakır gibiydim nerdeyse, siz
düşünün! Tabi ki bunda ev sahibim sevgili Astghik'in her şeyi önceden düşünüp
planlamış olmasının yanında çok samimi, dost canlısı bir şekilde karşılamasının
büyük etkisi var. Sabah Erivan'la ilk karşılaşmam ise balkondan gördüğüm bu
güzel manzaraydı, özellikle akşamüstleri yağmur yağarken -neredeyse her gün
istisnasız günü yağmurla kapadık- kahve eşliğinde şehri izlemek inanılmaz
keyifli ve huzur vericiydi.
Açıkçası Erivan'a gitmeden önce nelerle karşılaşacağıma ve özellikle de
insanlarla nasıl bir ilişki kuracağıma dair zihnimde epey soru vardı, daha
doğrusu bir tahminde bulunamıyordum. Fakat ilk olarak ev sahibim Astghik'le
karşılaşmamdan itibaren bunun ne kadar yersiz olduğunu anladım. Sabaha doğru
şehre indiğim için, kendisi beni hava alanından alacak taksiyi ayarlamış ve o
geç saatte telefonla benle konuşmadan içi rahat etmemişti. İlk günümde de
yalnız bırakmak istemeyip iş yerinde öğle arası yemeğe davet etti. Benimle
yaklaşık aynı yaşlarda olan Astghik, üniversitede tıp bölümünde öğretim
görevlisi olup okulu kaldığım yere çok yakındı; bana ilk gün için güzel bir
başlangıç oldu. Üniversitenin kapısında buluşmaya gittiğimde Astghik yüzünde
sıcacık bir gülümsemeyle yanıma gelerek bana kocaman sarıldı. O kadar sıcak bir
karşılamaydı ki böyle sanki yıllardır tanışıyormuşuz da görüşmeyen iki eski
arkadaş gibi hissettim. Ve bir anda yeni bir yere gitmiş olmanın getirdiği
bütün yabancılık duygum kayboldu.
Sonra okulun kantinine gittik ve iş arkadaşlarıyla birlikte
yemek yedik. Bir yandan bana yemekler hakkında bilgiler verirken -çünkü
ingilizce’niz pek bir işe yaramıyor, sadece dil değil alfabenin de yabancı
olması nedeniyle- bir yandan da geliş nedenimi anlamaya çalışıyorlardı. Erivan'da
kaldığım sürece sanırım en çok karşılaştığım tepkilerden biri bu oldu,
Türkiye'den geldiğimi duyunca insanlar hafif bir şaşkınlık ve merakla nedenini
soruyorlardı. Bu birbirinden güzel üç kadınla yemek yerken ben gelme sebebimi,
araştırmamı anlattıkça dinlemekle kalmayıp nasıl yardımcı olabilecekleri
konusunda sürekli fikir üretmeye çalıştılar. Tabi bir yandan o en başta andığım
yanı başımızdaki tarih de bize eşlik etti. Tanışma faslında öğrendim ki
Astghik'in ailesi Karadeniz'den, Trabzon çevresinden Erivan'a gelmiş, arkadaşlarından
birinin ise büyük büyük dedeleri Van'dan göç etmiş. Benim Van'dan geldiğimi
duyunca söylüyor bunu o da üstüne. Karşılıklı kısa bir sessizlikten sonra
tekrar konuşmaya devam ediyoruz, bana gezmeye gittikleri İstanbul'dan,
Bodrum'dan bahsediyorlar. Türkiye'yi nasıl bulduklarından konuşuyoruz, sonra
konu tekrar Erivan'a geliyor, benim ilgi ve beklentilerimden bahsediyoruz.
Böyle böyle, kâh karşılıklı sustuğumuz kâh hararetle anlattığımız çok keyifli
bir sohbete konuk oluyorum. Bu arada, söylemekte fayda var, aslında şehrin
genelinde Türkiye'den göç edenlerden çok Erivanlı ya da çevre il ve köylerden
gelip yerleşenlerin olduğunu görüyorsunuz. Ama ara ara böyle karşılaşmalar da
oluyor şüphesiz -ki ben ilk günden başlangıcı böyle güzel bir karşılaşmayla yapmış
oldum.
Gelelim şehir olarak Erivan'a, nereden başlasam nasıl anlatsam. Büyük çınar ağaçlarıyla kaplanmış
yemyeşil sokakları, yürürken çevrenizi saran zarif bina ve sokak
heykelleri ve adım başı soluklanabileceğiniz ağaç altı bankları ve şirin kafeleriyle
şehir gezginleri için muhteşem bir yer. Yola çıkmadan önce Erivan'ın çok güzel
bir şehir olduğuna dair epey bir şey duymuştum ama açıkçası bu kadarını
beklemiyordum, gezip gördükçe her gün daha çok sevdim. Özellikle şehir
merkezindeki herkese açık özgürce vakit geçirebileceğiniz geniş parklar ve
kamusal alanların çokluğu beni kendine hayran bıraktı, nasıl hasret kaldıysak
artık memlekette!.. Bir de üstüne, görüştüğüm Erivanlı arkadaşlara şehrin ne
kadar yeşil olduğunu söyleyince bu azalmış hali dediler ki ben daha fazlası
nasıl olur hayal edemedim, siz düşünün. Kaldığım süre boyunca hiç toplu taşıma
kullanmadım, çok uzak mesafelere taksi kullanmak dışında her yere yürüyerek
gittim çünkü zaten başka bir seçenek aklınıza bile gelmiyor, kendinizi keyifle
yürürken buluyorsunuz. Şehir küçük olduğu için kaybolma riski neredeyse yok
denecek kadar az ama kaybolmaktan bile keyif alabilirsiniz.Yoruldukça adım başı
soluklanacağız bankların yanı sıra çoğu sokak köşesinde sularından
içebileceğiniz çeşmeler var.
Bu arada şehir merkezi
tam bir daire şeklinde planlandığı için zaten bir noktadan sonra başladığınız
yere dönmeniz kaçınılmaz. Şehrin bu güneş şeklindeki dairesel planını Rus
doğumlu Ermeni mimar Alexander Tamanian'ına borçluyuz. Tamanian, Erivan'ı tasarlarken
Sovyetler Birliği'nin diğer birçok şehrinin planlanmasında da etkili olan Bahçe
Kent Hareketi'nin (Garden City Movement) ilkelerini esas almış ve bu doğrultuda
sağlıklı ve yaşanabilir bir kent alanı kurmayı amaçlamış. Aslında bu akımın
izlerini 1930'lu yılların Ankara'sında da görmek mümkün, erken Cumhuriyet
dönemi Ankara görüntülerine benim gibi aşina olanlar birçok açıdan benzerlik
kuracaktır. Belki de Erivan'a daha ilk andan itibaren yakınlık hissetmemde
bunun da etkisi vardır, kim bilir. Ziyaretimin ilk gününde balkon manzaramı
facebook sayfasında paylaşınca bir arkadaşımın bu benzerliğe dikkat çekmesiyle
şehre biraz bu gözle bakınca bazı caddelerin gerçekten de Ankara/Ulus semtinin
ilk zamanlarını hatırlattığını fark ettim. Maalesef bu benzerliği ancak
siyah-beyaz fotoğraflarda bulabiliyoruz; malum yıllardır süren plansız kentsel
gelişim ve üzerine 90'lardan beri Gökçek gibi bir felaketin Ankara'nın başına
musallat olması şehrin hafızasına dair neredeyse hiç bir şey bırakmadı.
Neyse fazla dağılmadan biz Erivan sokaklarına geri dönelim. Sovyet-Ermeni
mimarisinin süslediği şehir merkezi adeta bir kültür ve sanat merkezi olarak
tasarlanmış. Park ve bahçelerin yanı sıra çok sayıda üniversite, müze, galeri,
opera ve tiyatro binası bulunmakta. Hepsi küçük bir alanda ve birbirine çok
yakın mesafede olduğu için isterseniz hepsini görme şansınız var. Bunların her
biri ayrı ayrı görülmeye değer olmakla birlikte ben özel olarak ikisi üzerinde
ayrıca durmak istiyorum: The Cascade Museum Complex ve the Matenadaran Ancient
Manuscript Museum. İki yerde de görecek çok şey olduğu için, hele de benim gibi
sanat ve tarih meraklısıysanız, her birine yarım gün ayırın derim.
The Cascade olarak anılan komplex aslen yine mimar Tamanian tarafından
tasarlanmış ama ancak 1970'li yıllarda hayata geçirilmiş. Yapımı yaklaşık dokuz
yıl süren ve 1980'de tamamlanan the Cascade, Ermeni tarihi ve kültürel mirasına
atıfta bulunan çok sayıda özgün heykelin bulunduğu devasa bir dış merdiven ile
bahçe ve avlulardan oluşuyor. Ayrıca yine çeşitli sanat ürünlerinin
sergilendiği iç kısımda da yürüyen merdivenler bulunmakta. Bütün basamakları
tırmandığınızda ise nefis bir şehir manzarası ödülünüz var. Hem sergilenen
heykellerin özgünlüğü hem de bütün alanın anıtsal bir şekilde tasarlanışı ve bu
alanın gündelik kent hayatının bir parçası olarak isteyen herkes tarafından
kullanılması beni hayran bıraktı, bugüne dek gezip gördüğüm yerler arasında
beni en çok etkileyen yerlerden biri diyebilirim.
The Cascade gezinizi tamamladıktan sonra alanın çevresinde bulunan küçük, güzel kafelerden birine oturup yorgunluğunuzu atabilirsiniz. Benim favorim nefis kahve ve kekleri olan The Green Bean, eğer acıktıysanız da günün çorbasını mutlaka denemenizi öneririm, benim şansıma havuç/zencefil çorbası geldi ki tek kelimeyle muhteşemdi.
The Cascade gezinizi tamamladıktan sonra alanın çevresinde bulunan küçük, güzel kafelerden birine oturup yorgunluğunuzu atabilirsiniz. Benim favorim nefis kahve ve kekleri olan The Green Bean, eğer acıktıysanız da günün çorbasını mutlaka denemenizi öneririm, benim şansıma havuç/zencefil çorbası geldi ki tek kelimeyle muhteşemdi.
Güzel insanlar, keyifli
karşılaşmalar ve kimi zaman anlamlı sessizlikler eşliğindeki Van'dan Erivan'a
uzanan bu yolculuk benim için her anlamıyla çok özel ve unutulmaz bir yol
hikâyesi oldu. Yaklaşık on gün süren bu ziyaretin en önemli yanlarından biri ise, bugüne
kadar fiziksel olarak yanı başımızda olmasına rağmen çok uzaktaymış gibi
hissettiğim/iz bu yerle, bütün farklılıklarına rağmen, ne kadar çok benzerlik
ve ortak özellik taşıdığımızı yakından görmek oldu. Aslında bir yanıyla çok da
şaşırtıcı değil; sonuçta aynı coğrafyanın insanlarıyız, Ağrı Dağı'nın iki
yakasına savrulmuşuz -malum nedenlerle-, onların deyişiyle Ararat -bu arada
evet dedikleri kadar var, Erivan'dan Ağrı Dağı'nın görünümü hakikaten nefes
kesici!- Özellikle, gündelik hayat kültürüne, yaşama alışkanlıklarına
baktığınızda bu benzerlikleri çok daha rahat görüyorsunuz, hatta gülümseten
detaylar yakalamanız çok muhtemel. Bizim "canım" dediğimize onlar
"jan" diyor misal. Hamur işi ve tatlılar da vazgeçilmezleri, ne kadar
tanıdık. Hele o lavaş ve yufka ekmeğin bolluğuna ne demeli! Bu yazıyı özellikle
ortak mutfak kültürümüze ilişkin çok hoşuma giden bir kaç örnekle bitireyim
istiyorum. Bunlardan birisi geçen yıl Van'a ilk geldiğimde yediğim ve çok
sevdiğim Herise/Herse yemeği, yani tavuklu keşkek. Bunun aynısını, tamamıyla
aynı lezzette bir gün Erivan'da bulacağımı nereden bilebilirdim, ismi bile
neredeyse aynı: Harisa.
Bir diğer örnekse Van'da geleneksel olarak yapılan ve her an her yerde bulabileceğiniz çörek ya da Kete diye bilinen bir unlu mamulü. Bunun görünüş olarak her şeyiyle, üzerindeki çatal izlerine kadar, aynısı Erivan'da Gata olarak çıktı karşımıza. Tek farkı, Van'dakinin aksine buradakinin tatlı olması. Yolunuz düşerse, benim önerim şehir merkezinde bulunan Cherry House Cafe'de yemeniz, sadece bunu değil Ermeni baklavasından -bizimkinden biraz farklı- haşhaşlı keklere her şeyi deneyebilirsiniz. Ayrıca akşam giderseniz, piyano dinletisi de ekstrası.
Son olarak bir gün yolunuz düşerse sanat galerileri ve pazarlarına uğramamazlık etmeyin, özellikle incelikli seramik işleri ve el yapımı bebekler görülmeye ve dönerken hatıra olarak almaya değer.
Erivan gezisinin fotoğraf albümlerine bu linkten ulaşabilirsiniz: https://www.flickr.com/photos/128587093@N03/sets/
Merhaba yazınız çok güzel olmuş. Hala vanda mısınız? Merak ettim
YanıtlaSilMerhaba yorumunuzu yeni gördüm, gecikme için kusura bakmayın. Cok tesekkur ederim, yazıyı beğenmenize sevindim. Evet hala Van'da görev yapıyorum. Sevgiler
YanıtlaSil