Her yolculuk kendine özgü hikâyeler, karşılaşmalar ve insanlar taşır ama bazı yolculuklar vardır ki daha başlamadan içimizde hissederiz ve zaman geçtikçe üzerimizde derin izler bırakır. Her adımımızda hayata, kendimize ve yaşadıklarımıza dair bakışımız değişir, yeni birine dönüşürüz ya da en azından artık yola çıkan kişi değilizdir. Ve şüphesiz böyle yolculukları, yolda biriken hikâyeleri anlatmak için derin bir ihtiyaç duyarız çünkü isteriz ki paylaştıkça çoğalsın, başkaları da bu yolculuğu yapsın.

Geçtiğimiz Mayıs ayının son haftasında Hrant Dink Vakfı'nın seyahat fonuyla Erivan'a -kendi deyişleriyle Yerevan'a- gittim. Yaklaşık bir hafta kaldığım ziyaretimde Erivan'daki kadın ve LGBT örgütlerinden insanlarla görüştüm ve tabi şüphesiz bu arada şehri de en iyi şekilde gezmek, tanımak için önüme çıkan her fırsatı değerlendirmeye çalıştım. Erivan'da yaptığım çalışma yakın zamanda başka bir yazının konusu olacak umuyorum, burada yapmak istediğim ise daha çok bir yol hikayesini paylaşmak. Her ne kadar sınır komşumuz da olsa maalesef tahayyülümüzdeki mesafe fiziksel olandan çok daha uzak. Erivan'a gideceğim kesinleştikten sonra fark ettiğim ve kabul etmem gereken ilk şey bu oldu. Gitme hazırlıkları sırasında, hele de belli bir çalışma amacıyla gittiğim için, bu yanı başımızdaki yere dair bir şeyler okumaya başladıkça ne kadar az şey bildiğimi, daha doğrusu neredeyse elle tutulur, derinlikli hiç bir şey bilmediğimi fark ettim ve fark ettikçe utandım. Bu tür bir duyguya Hindistan'a gittiğimde de kapılmıştım, tabi ki çok farklı bir bağlamda; ama ikisinde de ortak bir nokta var ki o da bizim, Türkiye'de yaşayanlar olarak, kendimizin dışında ilgimizin yöneldiği neredeyse yegâne yerin Batı olması. Özellikle de akademik ve toplumsal çalışmalarda yer alanlar bahsettiğim bu Batı merkezci yaklaşımı çok daha açık bir biçimde görmektedir eminim. Erivan konu olunca tabi başka önemli bir boyut da ekleniyor meseleye; yanı başımızdaki tarih, yıllardır görülmeyi, duyulmayı bekleyen o derin ve acılı tarih. 

Daha öncesinde kendim de bilmediğim için Erivan'a nasıl gidilir sorusuyla başlayayım. Erivan'a gitmenin iki farklı yolu var, ikisi de gayet kolay. İsterseniz direk İstanbul'dan uçabilirsiniz, haftanın iki günü Atlas Jet'in Erivan seferleri var. Diğer seçenekse uçakla Tiflis'e  gidip oradan kara yoluyla Erivan'a geçmek. Aslında Van'la Erivan oldukça yakın ama sınır kapalı olduğu için mecburen önce Van'dan uçakla İstanbul'a gidip aynı yolu tekrar gerisin geri uçuyorsunuz Erivan'a giderken. Ben gidişte ilk güzergahı dönüşte ise ikincisini seçtim, böylece güzel Tiflis şehrini de görmüş oldum. Ayrıca Erivan-Tiflis arası karayolu da size çok güzel bir manzara sunuyor yol boyu. Her gece Erivan'dan tren de var fakat etrafı izleyerek gitmek istediğim için ben gün içinde belli saatlerde kalkan minübüsleri tercih ettim, size de tavsiye ederim. Yandaki fotoğrafta gördüğünüz yapı, bu minübüslerin kalktığı şehirlerarası terminal. 

Uçak seferleri epey geç saatte olduğu için Erivan'a gecenin bir vakti iniyorsunuz ama ulaşım vs konusunda bir sıkıntı yaşanmıyor, özellikle şehirde taksiler inanılmaz derecede ucuz. Kalacak yer konusunda da ucuz hostellerden lüks otelllere ya da kiralık oda ve evlere çok sayıda seçenek var. Ben biraz iş nedeniyle gitmem biraz da tavsiyeler sonucunda şehir merkezinde uygun fiyatlı küçük bir apartman dairesi kiraladım. Başta biraz tereddütlerim olsa da sonrasında çok memnun kaldım, adeta evimdeymişim gibi keyifli zaman geçirdim. O kadar alışmışım ki ayrılırken kendi evimi bırakır gibiydim nerdeyse, siz düşünün! Tabi ki bunda ev sahibim sevgili Astghik'in her şeyi önceden düşünüp planlamış olmasının yanında çok samimi, dost canlısı bir şekilde karşılamasının büyük etkisi var. Sabah Erivan'la ilk karşılaşmam ise balkondan gördüğüm bu güzel manzaraydı, özellikle akşamüstleri yağmur yağarken -neredeyse her gün istisnasız günü yağmurla kapadık- kahve eşliğinde şehri izlemek inanılmaz keyifli ve huzur vericiydi.

Kaldığım evin balkonundan manzara
Açıkçası Erivan'a gitmeden önce nelerle karşılaşacağıma ve özellikle de insanlarla nasıl bir ilişki kuracağıma dair zihnimde epey soru vardı, daha doğrusu bir tahminde bulunamıyordum. Fakat ilk olarak ev sahibim Astghik'le karşılaşmamdan itibaren bunun ne kadar yersiz olduğunu anladım. Sabaha doğru şehre indiğim için, kendisi beni hava alanından alacak taksiyi ayarlamış ve o geç saatte telefonla benle konuşmadan içi rahat etmemişti. İlk günümde de yalnız bırakmak istemeyip iş yerinde öğle arası yemeğe davet etti. Benimle yaklaşık aynı yaşlarda olan Astghik, üniversitede tıp bölümünde öğretim görevlisi olup okulu kaldığım yere çok yakındı; bana ilk gün için güzel bir başlangıç oldu. Üniversitenin kapısında buluşmaya gittiğimde Astghik yüzünde sıcacık bir gülümsemeyle yanıma gelerek bana kocaman sarıldı. O kadar sıcak bir karşılamaydı ki böyle sanki yıllardır tanışıyormuşuz da görüşmeyen iki eski arkadaş gibi hissettim. Ve bir anda yeni bir yere gitmiş olmanın getirdiği bütün yabancılık duygum kayboldu.

Sonra okulun kantinine gittik ve iş arkadaşlarıyla birlikte yemek yedik. Bir yandan bana yemekler hakkında bilgiler verirken -çünkü ingilizce’niz pek bir işe yaramıyor, sadece dil değil alfabenin de yabancı olması nedeniyle- bir yandan da geliş nedenimi anlamaya çalışıyorlardı. Erivan'da kaldığım sürece sanırım en çok karşılaştığım tepkilerden biri bu oldu, Türkiye'den geldiğimi duyunca insanlar hafif bir şaşkınlık ve merakla nedenini soruyorlardı. Bu birbirinden güzel üç kadınla yemek yerken ben gelme sebebimi, araştırmamı anlattıkça dinlemekle kalmayıp nasıl yardımcı olabilecekleri konusunda sürekli fikir üretmeye çalıştılar. Tabi bir yandan o en başta andığım yanı başımızdaki tarih de bize eşlik etti. Tanışma faslında öğrendim ki Astghik'in ailesi Karadeniz'den, Trabzon çevresinden Erivan'a gelmiş, arkadaşlarından birinin ise büyük büyük dedeleri Van'dan göç etmiş. Benim Van'dan geldiğimi duyunca söylüyor bunu o da üstüne. Karşılıklı kısa bir sessizlikten sonra tekrar konuşmaya devam ediyoruz, bana gezmeye gittikleri İstanbul'dan, Bodrum'dan bahsediyorlar. Türkiye'yi nasıl bulduklarından konuşuyoruz, sonra konu tekrar Erivan'a geliyor, benim ilgi ve beklentilerimden bahsediyoruz. Böyle böyle, kâh karşılıklı sustuğumuz kâh hararetle anlattığımız çok keyifli bir sohbete konuk oluyorum. Bu arada, söylemekte fayda var, aslında şehrin genelinde Türkiye'den göç edenlerden çok Erivanlı ya da çevre il ve köylerden gelip yerleşenlerin olduğunu görüyorsunuz. Ama ara ara böyle karşılaşmalar da oluyor şüphesiz -ki ben ilk günden başlangıcı böyle güzel bir karşılaşmayla yapmış oldum. 

Gelelim şehir olarak Erivan'a, nereden başlasam nasıl anlatsam. Büyük çınar ağaçlarıyla kaplanmış yemyeşil sokakları, yürürken çevrenizi saran zarif bina ve sokak heykelleri ve adım başı soluklanabileceğiniz ağaç altı bankları ve şirin kafeleriyle şehir gezginleri için muhteşem bir yer. Yola çıkmadan önce Erivan'ın çok güzel bir şehir olduğuna dair epey bir şey duymuştum ama açıkçası bu kadarını beklemiyordum, gezip gördükçe her gün daha çok sevdim. Özellikle şehir merkezindeki herkese açık özgürce vakit geçirebileceğiniz geniş parklar ve kamusal alanların çokluğu beni kendine hayran bıraktı, nasıl hasret kaldıysak artık memlekette!.. Bir de üstüne, görüştüğüm Erivanlı arkadaşlara şehrin ne kadar yeşil olduğunu söyleyince bu azalmış hali dediler ki ben daha fazlası nasıl olur hayal edemedim, siz düşünün. Kaldığım süre boyunca hiç toplu taşıma kullanmadım, çok uzak mesafelere taksi kullanmak dışında her yere yürüyerek gittim çünkü zaten başka bir seçenek aklınıza bile gelmiyor, kendinizi keyifle yürürken buluyorsunuz. Şehir küçük olduğu için kaybolma riski neredeyse yok denecek kadar az ama kaybolmaktan bile keyif alabilirsiniz.Yoruldukça adım başı soluklanacağız bankların yanı sıra çoğu sokak köşesinde sularından içebileceğiniz çeşmeler var.
Bu arada şehir merkezi tam bir daire şeklinde planlandığı için zaten bir noktadan sonra başladığınız yere dönmeniz kaçınılmaz. Şehrin bu güneş şeklindeki dairesel planını Rus doğumlu Ermeni mimar Alexander Tamanian'ına borçluyuz. Tamanian, Erivan'ı tasarlarken Sovyetler Birliği'nin diğer birçok şehrinin planlanmasında da etkili olan Bahçe Kent Hareketi'nin (Garden City Movement) ilkelerini esas almış ve bu doğrultuda sağlıklı ve yaşanabilir bir kent alanı kurmayı amaçlamış. Aslında bu akımın izlerini 1930'lu yılların Ankara'sında da görmek mümkün, erken Cumhuriyet dönemi Ankara görüntülerine benim gibi aşina olanlar birçok açıdan benzerlik kuracaktır. Belki de Erivan'a daha ilk andan itibaren yakınlık hissetmemde bunun da etkisi vardır, kim bilir. Ziyaretimin ilk gününde balkon manzaramı facebook sayfasında paylaşınca bir arkadaşımın bu benzerliğe dikkat çekmesiyle şehre biraz bu gözle bakınca bazı caddelerin gerçekten de Ankara/Ulus semtinin ilk zamanlarını hatırlattığını fark ettim. Maalesef bu benzerliği ancak siyah-beyaz fotoğraflarda bulabiliyoruz; malum yıllardır süren plansız kentsel gelişim ve üzerine 90'lardan beri Gökçek gibi bir felaketin Ankara'nın başına musallat olması şehrin hafızasına dair neredeyse hiç bir şey bırakmadı.  

Neyse fazla dağılmadan biz Erivan sokaklarına geri dönelim. Sovyet-Ermeni mimarisinin süslediği şehir merkezi adeta bir kültür ve sanat merkezi olarak tasarlanmış. Park ve bahçelerin yanı sıra çok sayıda üniversite, müze, galeri, opera ve tiyatro binası bulunmakta. Hepsi küçük bir alanda ve birbirine çok yakın mesafede olduğu için isterseniz hepsini görme şansınız var. Bunların her biri ayrı ayrı görülmeye değer olmakla birlikte ben özel olarak ikisi üzerinde ayrıca durmak istiyorum: The Cascade Museum Complex ve the Matenadaran Ancient Manuscript Museum. İki yerde de görecek çok şey olduğu için, hele de benim gibi sanat ve tarih meraklısıysanız, her birine yarım gün ayırın derim.


The Cascade olarak anılan komplex aslen yine mimar Tamanian tarafından tasarlanmış ama ancak 1970'li yıllarda hayata geçirilmiş. Yapımı yaklaşık dokuz yıl süren ve 1980'de tamamlanan the Cascade, Ermeni tarihi ve kültürel mirasına atıfta bulunan çok sayıda özgün heykelin bulunduğu devasa bir dış merdiven ile bahçe ve avlulardan oluşuyor. Ayrıca yine çeşitli sanat ürünlerinin sergilendiği iç kısımda da yürüyen merdivenler bulunmakta. Bütün basamakları tırmandığınızda ise nefis bir şehir manzarası ödülünüz var. Hem sergilenen heykellerin özgünlüğü hem de bütün alanın anıtsal bir şekilde tasarlanışı ve bu alanın gündelik kent hayatının bir parçası olarak isteyen herkes tarafından kullanılması beni hayran bıraktı, bugüne dek gezip gördüğüm yerler arasında beni en çok etkileyen yerlerden biri diyebilirim. 


The Cascade gezinizi tamamladıktan sonra alanın çevresinde bulunan küçük, güzel kafelerden birine oturup yorgunluğunuzu atabilirsiniz. Benim favorim nefis kahve ve kekleri olan The Green Bean, eğer acıktıysanız da günün çorbasını mutlaka denemenizi öneririm, benim şansıma havuç/zencefil çorbası geldi ki tek kelimeyle muhteşemdi. 

Ermenice kütüphane anlamına gelen Matenadaran, Unesco Dünya Belleği Programı Listesi'nde bulunmakta olup yirmi bine yakın antik el yazması ve üç yüz bin civarı arşiv belgesine sahip. Müze ve enstitü olarak işleyen Matenadaran'ın arşivinde başta din kitapları olmak üzere çok sayıda bilim ve tarih eseri de sergileniyor. Her katında çok eski tarihlere ait çeşit çeşit el yazması İncil çıkıyor karşınıza. Bu arada nereden getirildiğine dikkat ederseniz çoğunlukla Anadolu'dan olduğunu göreceksiniz. Koridorlarda eserlerin bulunduğu yerlerin haritası çıkarılmış ve büyük bir kısmı Anadolu coğrafyasında, özellikle de Van Gölü ve çevresinde yer alıyor. Beni en çok etkileyen şeylerden biri arşiv belgelerinde yer alan Van'la ilgili fotoğraflar oldu. Bunlardan bir kaçı, Ermeni halk ozanı ve yazar Hovhannes Tumanian'in 1915 yılındaki katliamda Van'daki Ermeni mağdurların kayıp ve ihtiyaçlarının listesini çıkarmak için yaptığı Van gezisi sırasında çocuklarla ve hemşirelerle birlikte çekilmiş fotoğraflar. Ama özellikle bir fotoğraf vardı ki beni derinden etkiledi, uzun süre gözlerimi alamadım bakmaktan. Akdamar Kilisesi'nin içinde önde kameraya doğru bakan iki Ermeni asker, arkalarında tarihçi Smbat Ter-Avetisian ile bir kişi daha yerlere saçılmış kitap yığının içinde duruyorlar. Büyük ihtimal müzede sergilenen el yazmalarının bir kısmı bu yığından kurtarılmış eserler. Erivan'da bir müzede yaklaşık yüz yıl önce Van'da çekilmiş bu fotoğrafın karşısında duruyorum. Van'la Erivan'ın bugün sınırlarla ayrılmış hikâyesi adeta bu küçük karede birleşmiş. Benim gördüğüm, güzelliğine hayran kaldığım Akdamar'la alakası yok baktığım resmin. Bugün artık Akdamar Kilisesi restore edilmiş durumda, ziyarete açık ve her yıl Eylül ayında Ermeni ayinine ev sahipliği yapıyor. Burada insanlarla konuşmalarınızda Akdamar'ın ismi geçtiğinde daha bir şey demeden yüzlerindeki ifadeden bu yerin onlar için ne kadar önemli olduğunu anlayabiliyorsunuz. Erivan'dan Tiflis'e giderken dolmuşta çok iyi derecede Türkçe bilen genç bir Ermeni kadınla tanışmıştım. Tercümanlık yaptığını ve son yıllarda her fırsatta Türkiye'ye geldiğini ve ne kadar çok sevdiğini anlattı bana. Türkiye'de birçok yeri gezip görmüş olan bu kadın arkadaş, benim Van'da yaşadığımı öğrenince çok heyecanla yaptığı Van gezisini anlatmaya başladı. Ve sıra Akdamar'a gelince yüzünde hep karşılaştığım o tanıdık ifadeyi gördüm, bana Akdamar kilisesini görünce orada saatlerce kalıp ağladığını söyledi. Ne diyeceğimi bilemedim, zaten ne diyebilirdim ki, beraber sustuk bir süre ve sonra yola devam ettik, kâh susarak kâh konuşarak ama büyük keyifle. Bana dönüş yolunda Erivan'ın en güzel hediyesi oldu kendisi.


Güzel insanlar, keyifli karşılaşmalar ve kimi zaman anlamlı sessizlikler eşliğindeki Van'dan Erivan'a uzanan bu yolculuk benim için her anlamıyla çok özel ve unutulmaz bir yol hikâyesi oldu. Yaklaşık on gün süren bu ziyaretin en önemli yanlarından biri ise, bugüne kadar fiziksel olarak yanı başımızda olmasına rağmen çok uzaktaymış gibi hissettiğim/iz bu yerle, bütün farklılıklarına rağmen, ne kadar çok benzerlik ve ortak özellik taşıdığımızı yakından görmek oldu. Aslında bir yanıyla çok da şaşırtıcı değil; sonuçta aynı coğrafyanın insanlarıyız, Ağrı Dağı'nın iki yakasına savrulmuşuz -malum nedenlerle-, onların deyişiyle Ararat -bu arada evet dedikleri kadar var, Erivan'dan Ağrı Dağı'nın görünümü hakikaten nefes kesici!- Özellikle, gündelik hayat kültürüne, yaşama alışkanlıklarına baktığınızda bu benzerlikleri çok daha rahat görüyorsunuz, hatta gülümseten detaylar yakalamanız çok muhtemel. Bizim "canım" dediğimize onlar "jan" diyor misal. Hamur işi ve tatlılar da vazgeçilmezleri, ne kadar tanıdık. Hele o lavaş ve yufka ekmeğin bolluğuna ne demeli! Bu yazıyı özellikle ortak mutfak kültürümüze ilişkin çok hoşuma giden bir kaç örnekle bitireyim istiyorum. Bunlardan birisi geçen yıl Van'a ilk geldiğimde yediğim ve çok sevdiğim Herise/Herse yemeği, yani tavuklu keşkek. Bunun aynısını, tamamıyla aynı lezzette bir gün Erivan'da bulacağımı nereden bilebilirdim, ismi bile neredeyse aynı: Harisa. 

   Herise/Herse   Harisa 

Bir diğer örnekse Van'da geleneksel olarak yapılan ve her an her yerde bulabileceğiniz çörek ya da Kete diye bilinen bir unlu mamulü. Bunun görünüş olarak her şeyiyle, üzerindeki çatal izlerine kadar, aynısı Erivan'da Gata olarak çıktı karşımıza. Tek farkı, Van'dakinin aksine buradakinin tatlı olması. Yolunuz düşerse, benim önerim şehir merkezinde bulunan Cherry House Cafe'de yemeniz, sadece bunu değil Ermeni baklavasından -bizimkinden biraz farklı- haşhaşlı keklere her şeyi deneyebilirsiniz. Ayrıca akşam giderseniz, piyano dinletisi de ekstrası. 

Son olarak bir gün yolunuz düşerse sanat galerileri ve pazarlarına uğramamazlık etmeyin, özellikle incelikli seramik işleri ve el yapımı bebekler görülmeye ve dönerken hatıra olarak almaya değer.

Erivan gezisinin fotoğraf albümlerine bu linkten ulaşabilirsiniz: https://www.flickr.com/photos/128587093@N03/sets/






Epeydir çizmeye ara vermiştim, belli bir nedenle isteyerek değil kendiliğinden öyle gelişti, elim kaleme gitmiyordu, gitse de pek bir şey çıkmıyordu. Sanırım insan çok hareket halinde olunca ne yazıyor ne de çizebiliyor, bu tür eylemler için bir sakinlik, kendine kalma istiyor bünye, en azından benim için öyle. Arka arkaya yolculuklar, taşınmalar sonucunda yerleştiğim yeni yerimde ilk çizimim nihayet çıktı. Daha öncekilere göre biraz farklı bir tarzda oldu ama çok da şaşırtıcı değil bir yanıyla; sonuçta her yerin ve zamanın bir ruhu var ve ortaya çıkan şeylerin bir yerine değiyor illaki.

   Bir kaç gün önce şans eseri bir şarkıya rast geldim internette, çok sevdim, sonra bir şarkı, bir şarkı daha derken sevdiğim müzisyenler arasına bir yenisini eklemiş oldum: Somi! Afrika kökenli söz yazarı ve şarkıcı olan Somi'nin şarkıları arasında dolanırken albümlerinden birinin kapağındaki fotoğrafı çok beğendim, kendimi dönüp dönüp buna bakarken buldum. Fotoğrafta olan mı benim gördüğüm mü artık bilemiyorum bende çok güçlü hisler uyandırdı ve en çok da çizme isteği. Bazen bazı fotoğraf ya da resimlere bakarken farkında olmadan kendi kendime bunları zihnimde tamamlamaya uğraşırım. Eksik geldiğinden değil de benim görmek istediklerimi eklemek isteğinden olur bu genelde. Finding Neverland (Düşler Ülkesi) filminde bir sahne vardır, Peter Pan'ın yazarı J.M.Barrie rolündeki Johnny Deep'in karısıyla ayrı odalara girerken, kendi odasının kapı aralığından rengarenk çiçekler, kuşlar vs. görünür, adeta bir düşler ülkesi. O sanheyi her hatırladığımda içime mutluluk dolar, hayatı böyle gören insanların olduğunu hayal ederim. Her ne kadar böylesine bir hayal dünyasına sahip olmasam da bazen baktığım resimlerde insanlar ağaçlara dallara karışıyor ya da bulutlar kuşlara. İşte Somi'den ilhamla böyle bir şey çıktı ortaya. Çizerken bana eşlik eden Ankara Sundays ve Rising parçalarını da dinlemenizi ayrıca tavsiye ederim.


Bu 8 Mart belki de hayatımın en güzel hediyesini aldım. Birazdan bunu sizinle paylaşacağım ama önce izin verin biraz hikayesini anlatayım. Eylül ayında yeni bir şehirde yeni bir hayata başlamış ve ilk kez bulunduğum bu şehirde üniversitede ders vermeye başlamıştım. Şu an bunları yazarken bir dönemin nasıl da hızla geçtiğine ve aynı zamanda her şeye alışmak konusunda nasıl da büyük bir yeteneğimiz olduğuna şaşıp kalıyorum. Ama yine de kolay olmadığı da açık, bilenler bilir. Geçtiğimiz dönem bütün bu yerleşme ve alışma karmaşasıyla birlikte bir anda kendimi çok sayıda ders vermek zorunda kalırken buldum. En azından şanslıydım ki vereceğim derslerden birini belirlme şansım oldu ve doğal olarak bir feminist akademisyenin isteyeceği ilk şeyi yaparak toplumsal cinsiyet dersi açtım. Her ne kadar istediğim şey bu da olsa kendim açımdan işleri bir kat daha zorlaştırdığımı söylememe gerek yok tahmin edersiniz. Feminizm algısının bu kadar önyargılarla beslendiğini bir kenara bırakın, ataerkil ilişkilerin en yoğun şekilde etkili olduğu ve 4. sınıfa gelene dek bu konuda neredeyse hiçbir şey görmemiş genç bir topluluğa "dışarı"dan gelen genç bir kadın olarak toplumsal cinsiyet eşitsizliği anlatmak ve bir şeyleri değiştirmeye çalışmak hakkaten iyi bir  mücadele gerektiriyormuş ama en çok da sağlam bir bünye ve sinir kasları! Şöyle diyeyim, dönemin yarısına kadar her derste artık bugün klişe diye gördüğümüz bütün sorular, suçlamalar, önyargılar aklınıza ne gelirse biri bitmeden biri başlıyordu; adeta her gün başımdan aşağı tüm önyargılar boca ediliyordu. Her günün sonuysa karışık hislerle ama en çok da büyük bir çaresizlik ve karamsarlık duygusuyla bitiyordu maalesef. Ve hep aynı sorular kafamda yankılandı haftalarca, nasıl değiştireceğiz bu önyargıları ve nasıl mücadele edeceğiz bunca şeyle? Tam bir şeyler değişmeye başlıyor diye umutlanırken birinin çıkıp ama hocam siz de hep kadınlardan bahsediyorsunuz, ne zaman erkeklerden konuşacağız diye sormasıyla sevincim kursağımda kalıyordu. Şimdi bunları anlatırken yüzümde bir gülümseme beliriyor mütemadiyen çünkü evet size mutlu sonla biten bir hikayem var! Hem benim hem öğrenciler için çok zorlu geçen bir dönemin sonunda çok yol katettik, birlikte tartıştık, kavga ettik, kimi zaman vazgeçtik kimi zaman korktuk ama en azından büyük bir çoğunluğuyla karşılıklı birbirini anlamayı ve öğrenmeyi becerebildik sanırım. Bugün bakıyorum, çoğu kadın öğrencinin sesi daha çok ve daha güvenli çıkıyor, bir çoğu -öye bir kaç tane değil!- kadın konusunda okuma yapıyor, çalışmalara katılıyor, ve hiç beklemediğim şekilde çevrelerine feminizmi anlatmaya çalışıyor. Bu aralar en çok duyduğum soru bu misal, hocam bu feminizmi nasıl anlatıcaz biz bu insanlara, hep yanlış biliyorlar! Erkek öğrencilerle de durum hiç fena değil, bir çoğu bugün kendi erkekliklerinin daha farkında ve bunu daha sorgular halde. Çoğu zaman ikili üçlü gruplar halinde bunun üzerine sohbet ediyoruz, ailelerinde ve/ya arkadaş çevrelerinde yaşadıklarından örnekler vererek benim için de yeni olan sorular soruyorlar. Geçen dönem boyunca sosyal medyada bu tür anekdotlar paylaşırken, bir kadın arkadaş "insan başka ne için yaşar ki!" demişti. Şu an bu söz bana o kadar doğru geliyor, öyle derinden hissediyorum ki bunu; evet, bir insan hele de feminist bir kadınsa daha ne ister ki! Çünkü bu olduktan sonra her şey mümkün, yani hayatı yaşanılır hale getirebilme imkanı kısaca.

Sözü daha fazla uzatmayayım, gelelim paylaşmak istediğim hediyeye. Buraya kadar anlattığım, hikayenin benim tarafımdan yaşanan  kısmı, bir de bunu öğrencilerden birinin ağzından dinleyin. İşte hediye dediğim şey bu, dersi alan kadın öğrencilerimden biri toplumsal cinsiyet dersiyle birlikte yaşadığı değişime ilişkin muhteşem bir yazı yazmış. Aslında paylaşıp paylaşmamak konusunda epey tereddüt ettim, hatta bu yüzden biraz kişisel ayrıntıları çıkarması ve dersi öne çıkarması konusunda değişiklikler yapmasını istedim. Çünkü burada en çok paylaşmak istediğim şey toplumsal cinsiyet dersinin ne kadar önemli olduğu ve böyle bir dersin -zorunlu ders olarak- verilmesinin ne çok değiştirme imkan ve gücü taşıdığı. Çünkü son dönemde bu konuda feministler, kadın hareketinden kadınlar müfredatlarda bu dersin olması talebini dile getiriyor, hatta yakın zamanda bir üniversitede bununla ilgili imza kampanyası başlatıldı. İşte tam da bu tartışmalara bir katkı mahiyetinde, iyi bir örnek oluşturması adına bu yazıyı paylaşmak istiyorum. Ve hepimizin bu zor, karanlık günlerde iyi bir şeyler duymaya ve umut etmeye ihtiyacı var düşüncesiyle.. Umuyorum hepinize bana geldiği kadar iyi gelir.


Bundan sonrasında söz, sevgili öğrencim Suzan Karaoğlan'ın,

"Her şey yeni bir dersin programımıza dahil edilmesiyle başlamıştı. Sosyoloji bölümüne feminist ve gözü kara bir hocanın geleceği dedikodusu bütün öğrencilerin dilindeydi ve itiraf etmek gerekirse hepimiz ne ile karşılaşacağımızı bilmediğimizden hem biraz çekinmiş hem de heyecanlanmıştık. Toplumsal Cinsiyet dersini almak ve dersin hocası ile tanışmak sanıyorum ki hepimizin hayatında kalıcı ve anlamlı bir değişikliğe yol açtı. Evet, bu durum hiç şüphesiz hayatımızın seyrini değiştirdi. Birçoğumuza “ dünyaya bir daha gelseydim yine sosyoloji okurdum” u dedirtti. Biz artık eski Zozan, eski Zehra, eski Sevgi, eski Mesut, eski Şilan, eski Rıdvan vd. değildik. Gerçekliğin bütün çıplaklığıyla, bütün çelişkileriyle ve bütün ikiyüzlülüğüyle tanıştık. Bu tanışıklık başta bizi memnun etmedi, rahatsız etti, aykırıydı çünkü hem de baştan aşağı aykırıydı. Bildiklerimizi, doğru saydıklarımızı, göz yumduklarımızı, ses çıkarmadıklarımızı hepsini ama hepsini reddediyordu gerçeklik. Avaz avaz bağırıyordu bu sefer, ben buradayım, görün beni, farkında olun diyordu tüm çirkinliğiyle ve tüm güzelliğiyle tüm solukluğuyla ve tüm görkemiyle, en önemlisi tüm acısıyla gerçeklik tam da önümüze konmuştu.

 “Ben bir feministim” demişti, ayağındaki erkeksi ayakkabısı ve boynundaki mor renkli şalıyla. “Ben bir feministim!”, evet açıkçası lisans hayatımız boyunca karşılaştığımız en tuhaf tanışma şekline tanıklık ediyorduk hepimiz. Haklıydı, bön bön bakıyorduk, şaşkındık ve nasıl bir davranış sergileyeceğimizi bilemiyorduk. Sezmiştik ta baştan beri, bu seferki çok farklıydı. Evet, farklıydı, kuralları diğer hocaların kurallarından oldukça farklıydı; Birincisi diyordu kadına bayan denilmez!!! Erkek düşmanı mıydı yoksa? Neden bizi buldu, Ne yapacağız? Ödev vermese bari, ne güzel mezun olacaktık, bir erkek düşmanımız eksikti vs. Sanırım bu söylemlerimiz kafamızın ne kadar karıştığını açıklamaya yetiyor. Sosyoloji bölümü dördüncü sınıf öğrencileri, Toplumsal Cinsiyet dersinin ilk haftasında sınıftan çıkarken kafasında birçok soru işaretiyle birlikte çıkmıştı. Ne olacaktı bundan sonra? Neydi o şimdi, hoca şov mu yapmıştı? Erkekler durmadan bize ne kadar şanslı olduğumuzu kendilerinin derse 1-0 yenik başladıklarını söyleyip duruyorlardı. Gerçekten öyle mi olacaktı?

Gerçekten öyle olmadı. Tek doğru tahminimiz bu seferkinin oldukça farklı olacağı yönündeki tahminimizdi. Derste diri diri, capcanlı gerçekler vardı. Toplum vardı. Tarih vardı. Siyaset vardı. Kadın vardı. Kadınlar vardı. Kadınlar ve erkekler vardı. Kadınlık ve erkeklik vardı. Gelenek, namus ve cinayetler vardı. Katil vardı. Masum vardı. Kader vardı. Kader var mıydı? Gözyaşı vardı. En kanlı şekliyle şiddet vardı. Yoksulluk vardı. Töre vardı. Emek vardı. Çocuk vardı. Sapına kadar kadın, sapına kadar toplum ve sapına kadar gerçekler vardı.

İçinde büyüdüğümüz toplumun tek tek bireyleri tarafından örüldüğümüzü, edindiğimiz kişilik özelliklerimizin bizden oldukça bağımsız bir şekilde şekillendiğini biliyorduk ama söz konusu cinsiyetimiz olduğunda onun toplumsal arka planına yeni yeni tanıklık ediyorduk. Cinsiyetin toplumsal ve tarihsel arka planı oldukça karanlık göründü gözüme. Kadınlık ve erkeklik değerlerinin oluşumu, kadınlık ve erkekliğe biçilen roller, atfedilen sorumluluklar toplumsal cinsiyeti doğuruyor, bu değerler ise çeşitli kaynaklar tarafından sürekli kendini yeniliyordu. Bu düzen, toplumu yönetenlerin kendi eliyle desteklediği, beslediği bir düzendi aslında. Dünden bugüne süregelen eril iktidarın içinde hep ikincil konumda olan, emeği sömürülen, değersiz kılınan, kimliği aşağılanan, sürekli acılara tanıklık eden ama bunların çoğu zaman farkında bile olamayan kadınların ne denli eşitsiz bir düzen içinde olduklarına yeni yeni tanıklık ediyordum. Üstelik bu eşitsiz düzen salt toplumu yönetenler tarafından değil, toplumu yönetenleri seçenler tarafından da destekleniyor, bu düzen bu şekilde varlığını idame ettiriyordu. Evinde, işyerinde, sokakta hayatının her alanında çeşitli şiddet türleriyle karşı karşıya kalan kadınlar sadece Türkiye’de de değil dünyanın dört bir yanında çığlık çığlığa olan sessizliklerini yeni yeni duyuyordum.

Bunları duymak, görmek ve hissetmek bana her şeyden önce bir kadın olduğumu hatırlattı. İçimde bir yerlerde sesini kıstığım neden kıstığımı anlayamadığım, çığlık atmasına izin vermediğim, çocuklukta kaldığını sandığım anılarım şimdi diri diri önümdeydi. Aman Allah’ım hepsi de ne kadar gerçekti. Ne kadar acıydı. Bu derste kulağımın duyduğu her şey beni o anılara götürüyordu. Annemizin, ablamızın ve kendimizin yaşamış olduğu o suskunlukları şimdi daha iyi duyabiliyor, daha iyi görebiliyorduk. Bu derste okunan her metinden sonra kendi hayatıma dönüp tekrar bakıyordum. İtiraf edeyim bu derse girmek canımı acıtıyordu. Çocukluğuma mı vereyim yoksa nedenini bilemediğim korkularıma mı, susmuştum ve unutmuştum veya unuttuğumu sanmıştım fark etmezdi. Oysa şimdi ne yapılabilirdi nasıl görmezden gelinebilirdi ki tekrar? Nasıl unutulabilirdi ki?

Unutulamazdı elbette, artık mümkün değildi, ben artık eski ben değildi. Lisans öğrenimimi tamamlamadan önce bu dersi almam hayatımın miladıydı belki de. Arkadaşlık ve aile ilişkilerim de bundan nasibini aldı. En çok da erkek arkadaşım ve babam. Bendeki akıl almaz değişimi yadırgıyorlar, birdenbire beni, annemin daha doğrusu annem üzerinden şiddet gören bütün kadınların avukatlığını yaparken buluyorlardı. Bana en zor gelen durum beni anlayamamaları değil, bunun zaman alacağının farkındayım elbette ama mevzunun ne denli hassas olduğunun bile farkında olmamaları, kadına yönelik her türlü gerici söylemlerin arkasına sığınmaları canımı çok sıkıyordu.
Değişime kendimden başlayıp, önce yakın arkadaşlarımı ve ailemi de buna dahil etmek istedim. En azından bunu kendime bir sorumluluk olarak kabul etmeliyim diye düşünüyordum. Çünkü dediğim gibi ben her şeyden önce bir kadındım. Hayatımızın her alanında bize engel olan bu eşitsiz düzenin, bizi sarıp sarmalayan acıların, insanlık tarihi boyunca değişmeyen kaderlerimizin önüne geçmek, bunun için önlerde durmak, sesimizi kısmak yerine ses çıkarmak, korkmak yerine öfke duymak, tüm bunlara ve karınca kararınca kadının var olma mücadelesine destek olmak için en azından küçük çapta bir değişime ön ayak olmak isteği doğdu içimde.

Bizde olduğu gibi, geleneksel değerlerin, yanlış dini söylemlerin hâkim olduğu, iktidarın erkeğin tekelinde olduğu toplumlarda bu minnacık değişimi bile yapmaya çalışmak ne güçtür, bilenler bilir. Önce kaldığım yurtta oda arkadaşlarıma derste okuduğum metinleri, makaleleri okumaya, onları bir şekilde uyandırmak için çalışmaya giriştim. Şüphesiz bu hiç kolay olmuyordu. Örneğin bir gün arkadaşlarımdan biri bana gelip, “kendime bir elbise aldım çok beğendim ama erkek arkadaşım bunun biraz daha bol durması gerektiğini söyledi, hiç giymedim geri mağazaya bırakacağım” diyordu. İşte böyle durumlarda insan hakikaten ne yapacağını şaşırıyor, hevesi kaçıp morali bozuluyor. Saatlerce tartışmışsın ama hiçbir işe yaramamış sanki. Ama yine de yılmıyorum, akşam oluyor ben bir yolunu bulup tekrar açıyorum tartışmaların kapısını. Sizce erkekler neden şiddet uygular, şiddet bir huy mudur, şiddet öğrenilen bir şey midir? En can alıcı soru; annen, ablan veya kardeşlerin, herhangi bir erkekten şiddet gördü mü? Veya sen? Cevap beklemiyorum elbette, yalnızca gözlerime bakmaları yeterli oluyor inanın, şiddete uğramış veya şiddete tanıklık etmiş birinin gözleri her zaman tanıdık gelir, aynı şeylere tanıklık eden gözlere…

Yeni yılın ilk günlerinde gerek dersteki başarım gerekse alanına duyduğum yoğun ilgiden ötürü dersin hocasından çok anlamlı bir hediye aldım: Bir kitap! Kitabın adı “Canına Tak Eden Kadınlar”. Yazarı Sibel Hürtaş. İtiraf edeyim bu kitapta olup bitenler beni oldukça etkiledi. Kitapta çeşitli illerde cezaevindeki kocalarını ve sevgililerini öldüren kadın mahkûmların acı dolu hikâyeleri yer alıyordu. Bu hikayelerde, kadın mahkumların suskunlukları kendi seslerinden ifade bulmuş, çaresizlikleri, boyun eğmişlikleri ve sonunda başkaldırışları dile getirilmiş. Hayatları boyunca başta cinsel olmak üzere birçok şiddet türüyle karşı karşıya kalan kadınların canına tak edişleri ve kocalarını veya sevgililerini öldürme noktasına nasıl geldikleriyle karşılaşıyorsunuz. Bu kitabı okuduktan sonra bir kez daha anladım, hiçbir suçun tek taraflı olmadığını. O kadınların hikâyelerini çoğu kez gözü yaşlı bir şekilde okudum. Yıllarca şiddet görmüş, kocasından kaçamamış, ailesi sahip çıkmamış, devlet her zamanki tutumunu sergilemiş ve sonunda canına tak etmiş kadınlar…

Kitabı okuyup bitirdikten sonra uzun süre etkisinden kurtulamadım. Öyle ki ilk zamanlar nereye gitsem kitabı da yanıma alıyor, bir türlü elimden düşüremiyordum. Oda arkadaşlarıma, sınıf arkadaşlarıma, misafir olduğum evlerde, nerde olursam olayım alıyordum elime kitabı, rastgele açıyordum bir hikâye başlıyordum okumaya. Medyanın bu türden olaylara karşı takındığı tavrı bir kenara itin, alın size gerçekler diyordum. Merak ediyordum tepkileri ne olur acaba, bu kadınları az da olsa anlayabilir miyiz, öldüreni değil öleni suçlayabilir miyiz diye. Tepkiler farklılık arz ediyordu bu noktada. Kimi sessizce dinliyor, kimi lanetler yağdırıyor kimi ise çok yabancı şaşkınlıkla hikâyenin sonunu bekliyordu. Bir arkadaşımın annesi bu hikâyeleri okumamamız gerektiğini, çünkü okursak üzülmekten başka elimizden bir şey gelmeyeceğini söylüyordu. Biz okudukça o endişesini saklayamıyor, içten içe kahroluyor gibiydi. Herkes hikayeler üzerine düşüncelerini, hislerini dile getirirken o yalnızca dalıyor, suskunluğa gömülüp hikayenin sonunu bekliyordu. Okunan hikayeler onu da derin bir kedere bürümüştü. Göz ucuyla birbirimize baktık ve kapattık kitabı, şiddetten bahsedemedik daha fazla.  Bir arkadaşım olayların iç yüzünü daha iyi anladığını, bu türden hikâyelerin her yerde, her ailede biraz geçtiğini söyleyerek kendi ailesindeki kadınlardan örnekler sıraladı. Bir diğer arkadaşım ne olursa olsun yaşam hakkının dokunulmaz olduğunu, bu türden olayların ölümle sonuçlanmaması gerektiğini belirtiyordu. Başka bir arkadaşım, kadınların içinde bulunduğu korkunç yalnızlığa değiniyor, yoksulluğun, çaresizliğin,  kimsesizliğin ve elbette değersizleştirilmenin bu denli yoğun olduğu hikâyelerin sonu başka nasıl olabilir, diyordu. Kimisi gelenekselci bakış açısıyla olaylara bakıyor, kimi dini boyutunu değerlendiriyor, kimi ise çekimser kalıyordu. Ama ne olursa olsun, nasıl bakılırsa bakılsın, bu hikâyeler bir noktada durup düşünmemizi, sorgulamamızı ve yaşadıklarımızla yüzleşmemizi sağladı.

Çoğu arkadaşım bu hikâyelerde geçen cinayetler için “yanlış biliyormuşuz, şimdi daha iyi anlıyoruz” dedi. Evet, yanlış biliyorduk, yalan biliyorduk, gerçeklerle bir ilgisi yoktu bildiklerimizin, ta başından beri hepimiz medyanın o korkunç tabiriyle onları “cani” olarak görüyorduk. Kocalarını öldürüp ardından “pişman değilim, keşke daha önce yapsaydım” diyen kadınların o korkunç çaresizliğini göremiyorduk.

Kitapta anlatılan bu hayatlar kalbimize dokunuyor. Hepsi aslında o kadar aşina olduğumuz, o kadar bilindik hikâyeler ki, tanıyoruz sanki o isimleri. Çevremizde o kadar çok Derya, Sakine ve Canan var ki, çoğumuz onların hikâyelerini okurken çok yakın olduğumuz birinin hikâyesini okuyor gibiydik aslında. Üstelik bu hikâyeler çerçevesinde konuşup tartışmamız, kendi hayatlarımızdan kesitler anlatmamız bizi birbirimize o kadar yakınlaştırdı ki sonrasında aramızda, hepimizin hissettiği güçlü bir dayanışma duygusu yeşerdi.


Toplumsal Cinsiyet dersini almış olmamızın en önemli sonucu, bu olayları en gerçek haliyle görebilmemizi sağladı. Üstelik yalnızca bu olaylara dair iyi bir tahlil yapabilme becerisi de değil, yaşamımızda olup biten ne varsa hepsinin iç yüzüne dair iyi bir okuma yetisi, eleştirel ve sorgulayıcı bir bakış açısı da kazandırdı. Bundan böyle artık bugüne dek kaçtığımız veya görmezden geldiğimiz gerçekleri konuşuyoruz; gerçekleri duymuyor belki ama yalan ve yanlışları daha iyi anlıyoruz..."



Hepimizi çocukluğundan itibaren hayatı boyunca derinden etkileyen, kişiliğine yön veren sayısız şey vardır. Yaşadığımız acılar, geçirdiğimiz hastalıklar, kazandığımız ve kaybettiğimiz dostluklar, aşk ve kalp kırıklarımız ve aynı zamanda inandığımız fikir ve ideolojiler ve daha aklımıza ilk anda gelmeyen ya da farkında bile olmadığımız nice şey. Ancak, bunlardan bazıları vardır ki asla es geçemeyiz; adeta bizi biz yapan şeylerdir, kişiliğimizin ben dediğimiz şeyin en temel parçaları. Sanırsam insan ömründen gün aldıkça bunları daha çok düşünüp fark ediyor. Bugünkü kendimden geçmişe doğru baktığımda bütün bu sayısız şeylerin arasında iki şey çok belirgin görünüyor. Bunlardan ilki, beni bir şekilde tanıyan, duyan, bilen herkesin az çok bildiği ve buradaki bio'mda da açıkça belirttiğim gibi feminist olmam geliyor. Sanırım benimle bundan daha fazla özdeşleşen bir şey daha varsa o da kızıl ırka ait olmam olabilir! Feminizm, nasıl desem anlatması o kadar kolay değil ama en kısa ifadesiyle bana hem kendimi hem dünyayı hem de onunla kurduğum ilişkiyi anlamamda vazgeçilmezim oldu yıllardır. Bana yaşadığım hayatı sadece anlamlı kılmadı, aynı zamanda orada kendimi var edebilmek için umut ve mücadele gücü verdi. Kendimi bugüne dek en çok feminist harekete ve kadın mücadelesine ait hissettim ve feminist eylem alanları en güçlü, en coşkulu olduğum yerler oldu. Haliyle her Mart ayı bir nevi benim bayramım sayılır, dünyanın neresinde olursam olayım 8 Mart'larda morları giyip soluğu alanlarda aldım. Bu 8 Mart da aynısı olacak, bulunduğum şehirdeki ilk 8 Mart'ım, yine, yeniden kadınlarla birlikte sokaklarda olacağım. Kadına yönelik şiddetin bu kadar arttığı, her fırsatta canımıza kastedildiği bu günlerde dünya kadınlar günü her zamankinden daha çok önem kazanıyor, çünkü bunca şiddete, baskıya karşı bizi güçlü yapacak bir şey varsa o da kadın dayanışması!

Yazının başında benim için önemli iki şey olduğundan bahsetmiştim, bunlardan ilki inandığım, savunduğum bir ideolojiyken ikincisi oldukça farklı birşey, epilepsi gibi zorlu bir hastalık. Aslında bu konuyla ilgili herhangi bir şey yazmak gibi bir niyetim yoktu ama yeni edindiğim bir bilgi sayesinde bahsetmek istedim. Daha önceleri benim için Mart demek yalnızca 8 Mart'tı, yani dünya kadınlar günü. Yakın zamanda öğrendim ki Mart, aynı zamanda epilepsi ile mücadelenin de ayıymış. Rastlantı bu ya mücadelenin rengi de ortak: Mor! Her yıl dünyanın çeşitli ülkelerinde epilepsi hastalığına yönelik farkındalığı arttırmak için 26 Mart'ta etkinlikler düzenleniyor, mor giyilmesi için çağrı yapılıyormuş. Maalesef bu ülkelerin içinde Türkiye görünmüyor listede, en azından şimdilik. Tahminim benim gibi çoğu epilepsi hastasının ya da bu hastalığa sahip yakınları olanların böyle bir günden haberi yoktur. Belki de önümüzdeki yıllarda biz de buna yönelik bir şeyler yaparız. Çünkü epilepsi oldukça zor ve zahmetli bir hastalık ve çoğu zaman kaynağını ve doğru tedavisini bulmak çok uzun zaman alabiliyor. Hayatımın liseli yaşlarını bu hastalıkla mücadeleyle geçirdim ve dört yıl çok yoğun krizler nedeniyle gündelik hayatımın nasıl alt üst olduğunu unutmam mümkün değil. Bu süreçte en zor şeylerden biri de sürekli bu konuda insanlara bir şeyler anlatmaya çalışmak çünkü çok az insan bu konuda doğru bilgi sahibi ve epilepsi hastası olduğunuzu duyunca size ayaklı ansiklopedi muamelesi yapabiliyorlar. Bunun yanında eğer benim gibi genç yaşta başınıza gelmişse kendinizi bu hastalıktan muzdarip tek kişi sanabiliyorsunuz ve haliyle çok yalnız hissettirebiliyor. Bu yüzden epilepsi için böyle bir farkındalık gününün olması hakikaten önemli bir girişim. Bulunduğunuz yerlerde çeşitli etkinlikler yapabileceğiniz gibi 26 Mart'ta mor giymeniz ve çevrenizdekilere bunun nedenini açıklamanız bile yeterli. Ben bu yıl Mart'ı mor mücadele ayı ilan ettim; ne diyelim bu da benim şansım olsun, en sevdiğim renkte buluşmuş iki ayrı mücadele!